Orijinalini görmek için tıklayınız : Her İnsan Ölecek Yaştadır


Sayfa : 1 [2]

casus84
06.03.2006, 16:10
divrigi sivas ın pılot takımı olabılır mi?








ne alaka gardaş yahu.ama sivasın altyapısı tokatspor

CÜSSKB-Aynur
08.03.2006, 12:00
Hayrettin KARACA: PARAM VAR AMA TÜKETMEYE HAKKIM YOK!

Kırmızı süveteri delik deşik olmasına rağmen hala üzerinde; ayakkabısıda yamalı. Sökük paltosunu, pantolonunu, yakalarını ters-yüz ettiği gömleklerini yıllardır kullanıyor. 10 yıldır hiçbir şey almamış üzerine. Karaca markasının ve TEMA Vakfı'nın kurucusu Hayrettin Karaca "param var ama tüketmeye hakkım yok" diyerek 'al tüket ve yok et' diyen tüketim toplumuna açtığı savaşla
gurur duyuyor.
KOMŞUYA VER...
Dünyada tüm insanları doyuracak kadar yiyecek olduğunu ama gözü aç
olanları doyuracak hiçbir şeyin olmadığını söyleyen Karaca,Türkiye'de bir zamanlar fakirleri aç bırakmayan kültürün nasıl yok olduğunu hüzünlenerek anlattı. Televole kültürünün karşısında birtakım değerlerin yok olduğunu söyleyen Karaca, çocukluk günlerinin "komşuyu aç bırakmayan" kültürünün yeniden dirilmesiyle, açlıkla savaşılabileceğini söyledi. "Dünya ikiye bölünmüş artık. Gözü açlar ve karnı açlar. İşte o gözü açları doyurmayacağız.
Bunların farkına küçükken vardım. Dilim kültürüm gidiyor. Bağımsız bir
Türkiye değiliz artık. En büyük acımız geri getiremediğimiz o kültürümüzdür." diyen Karaca şöyle konuştu:
"Ben bir kasaba çocuğuyum. Varlıklı bir ailenin çocuğuydum. Ama herkes
eşit şartlarda oynardı sokakta. Bütün çocuklar gibi ben de yalınayak oynardım. Akşam olduğu zaman annem seslenirdi, avucuma bir kap sıcak yemek koyarlardı. Kulağıma eğilip, 'Komşu anneye götür' derdi. Etrafımızda bizi duyacak kimse yoktu ama, bu bana verilen 'Aman kimse görmesin Hayrettin' mesajıydı. Komşu annenin yağını,odununu kim alır, kimse bilmezdi. Paylaşma düzeni vardı, o kültürdü. Savaştan çıkmış bir Türkiye'de 'fakirim' diyen çoktu
ama 'açım' diyen yoktu. Oradan aldım bu kültürü. Kaybolan budur, giden
budur. Ama Anadolu'yu gezerken görüyorum ki, bu değerleri hala yaşatanlar var."
UTANIYORUM...
Tüketim toplumunun rezalet hale geldiğini Karaca:
"Akmerkez'in önünden geçmeye utanıyorum, nedir bu ışıklar, bu rezalet.
'Yılbaşı' demek, 'Al, tüket, yok et, yaşamı mahvet' demek. O yüzden bu yırtık kazağı gururla taşıyorum üzerimde. Global ekonomi insanları kullanıyor. Ama bakın beni kullanamıyor, çünkü izin vermiyorum. Çok da mutluyum. Bunu elimden hiç bir güç alamaz. İnanç herşeyi halleder"dedi.
"Açlıktan ölen her çocuğun katilleri vardır " diyen Karaca,
ihtiyacından çok tüketerek sınıf atlamaya çalışanları suçladı. Karaca,
"Bugünkü tüketim iki katına çıktığı gün, belki dünyada yaşam olmayacak. En büyük tehlike gıdada. Bir Amerikalı çocuk doğduğunda 30 çocuğa eşdeğerde dünya nimetlerini alıp götürüyor" diyerek dünyanın düştüğü durumu gözler önüne seriyor.
TV SEYRETMİYOR...
Cep telefonu kullanmadığını, 5 yıldır TV izlemediğini belirten Karaca
şöyle devam etti:
"Okumakla mükellefim. Olanın olmayana, bilenin bilmeyene borcu var.
Malını mülkünü verirsin orada biter borcun. Mesela Yalova'daki
botanik bahçemi vakıf yaptım ama borcum bitmedi topluma. Şimdi borcumu
bilgi sahibi olarak ve bunu aktararak ödüyorum. Okumak ibadettir. Okumamak cumhuriyete ihanettir."
Oğlunu, eşini ve annesini kaybeden Hayrettin Karaca, "acılar karşısında isyan ederek hiçbir şey kazanamazsınız, elde olan bir şey değil çünkü bu. Ben acıyı da, mutluluğu da kabulleniyorum. Ama acılar hafızadan hiç çıkmaz" dedi.
185 MİLYON AFRİKALI HERGÜN AÇLIKTAN ÖLME RİSKİ İLE YAŞIYOR...
Dünyanın durumunu değerlendiren Karaca şu yorumlarda bulunuyor:
"Birleşmiş Milletler 2004 Kalkınma Raporu'na göre, Afrika'da 323
milyon insan günde 1 dolardan az bir gelirle geçimini sağlıyor. Temiz su kaynağından mahrum 273 milyon kişi bulunmakta. İlkokul çağında okula gidemeyen 44 milyon çocuk var. Yetersiz beslenmeden kaynaklanan ölüm riski altında yaşayan Afrikalıların sayısı 185 milyon. Her yıl beş yaşının altında ortalama beş milyon çocuk ölüyor. Zengin ülkeler yıllık gelirlerinden yüzde 0,7'sini kurtarma amaçlı projelere yönlendirseler bu sorunların hepsi ortadan
kalkabilir."
"BİR" ÇOK GÜÇLÜDÜR.....
"Benim de vardı 40 tane kravatım. O zaman 30 yaşındaydım. Ben de tükettim, ama bilerek yapmadım bunu." diyen Karaca, "Artık farkına vardım bunun. Ne zamandır alışveriş yapmadığımı hatırlamıyorum, kendime sadece kitap alıyorum. Nedir benim ihtiyacım? Doymam, sağlığım, barınmam, kuşanmam; bunun dışında hiçbir şey tüketmeye hakkım yok. Gömleklerim var, yakası çevrilmiştir,
ayakkabılarıma bakarsanız, altı yamalıdır. Dokuz senedir bu pantolonu giyerim, paltom yırtıktır. Param var ama tüketmeye hakkım yok! Bunu herkes yapabilir. "BİR" çok güçlüdür. Atatürk bir kişiydi.
Herşey "bir" ile başlar. Bir yoksa iki olmaz. Ben de yakınlarıma örnek olmaya çalışıyorum" diyor.
BİR ALYANS İÇİN 3 TON ZEHİRLİ ATIK...
TEMA Vakfı Yayınları'ndan çıkan "Dünyanın Durumu 2004" raporlarını
yorumlayan Karaca şu tespitlerini aktarıyor:
Dünyada makyaj malzemesi için yapılan harcama 18 milyar
dolar. Dünyadaki tüm kadınların üreme sağlığı için gerekli para 12 milyar dolar.
Avrupa ve ABD'de evde beslenen hayvanların mamasına harcanan
para 17 milyar dolar. Dünyada açlığın ve yetersiz beslenmenin sona erdirilmesi için gerekli para 19 milyar dolar. Parfüme harcanan para 15 milyar dolar.
Evrensel
okur-yazarlığın sağlanması için gereken yıllık ek yatırım 5 milyar dolar.
Deniz seyahatlerine harcanan para 14 milyar dolar. Dünyada herkese temiz içme suyu sağlanması için gerekli para 10 milyar dolar.
Avrupa'da dondurmaya harcanan para 11 milyar dolar. Her çocuğun aşılanması için gerekli miktar 1,3 milyar dolar.
Satışa hazır 1 ton altın elde etmek için 300 bin ton atık üretilir. Başka bir deyişle altın bir alyans için ortaya çıkan atık miktarı 3 tondur. Bu atıkların çoğu siyanür ve kimyasal maddeler içerir.

YatodaSin
08.03.2006, 13:13
Bravo Akıncılar kardeşim,..bir hikayede benden;


2 Nci dünya savaşı,Alman nazileri Polonya'da bir direnişci köye saldırır.Herkesi meydana toplayarak kurşuna dizerler,çocuk,yaşlı,kadın ve genç ayrımı yapmazlar.Yalnız köyde yaşayan bir direnişçiyi ellerinden kaçırırlar.Nazi birliğinin komutanı askerlere emir vererek,kaçan kişinin sağ olarak yakalanmasını emreder.Askerler ormanda zorlanarak da olsa sonunda direnişciyi yakalayıp,komutanlarının önüne getirirler ve aralarında şöyle bir diyalog geçer;
Nazi subayı : ''Bizi epey uğraştırdın,seni birazdan zevkle kurşuna
dizdireceğim.''
Direnişci : ''Sizler insanlık düşmanısınız,başka bir şey beklemiyorum.''
Nazi subayı : ''yaa öylemi,sana bir soru soracağım,bilirsen serbest
kalacaksın.Benim gözlerimden birisi takma,yani camgöz.
Hangisi cam,hangisi gerçek gözüm?
Direnişci bir süre baktıktan sonra tereddüt etmeden der ki;
''Sol gözünüz cam olan''
Nazi subayı : ''Hayret !! bugüne kadar hiç kimse bilememişti,sen nasıl
bildin''?
Direnişçi : ''Cam olan sol gözünüz daha insancıl bakıyor da '' !!!



Abi en iyisi bu olmus bence eline saglik

YatodaSin
08.03.2006, 13:15
ANNELER

- Doğacak çocuk doğumdan bir gün önce Allah ile görüşür. Bebek:
- Allah’ım dünyaya gideceğim ve orada ne yapacağımı bilmiyorum.

- Ben senin için bir melek yarattım ve o seninle ilgilenecek.
- Allah’ım onların dilini bilmiyorum. Onlarla nasıl anlaşacağım. Nasıl iletişim kuracağım?

- Senin için yarattığım melek, o sana sabırla onların dilini öğretecektir.

- Allah’ım dünyada duyduğum kadarıyla çok kötülükler varmış. Onlarla nasıl basa çıkacağım bilemiyorum.
- Senin için yarattığım melek, seni cani pahasına kötülüklerden koruyacaktır. Merak etme.

- Allah’ım sana tekrar nasıl döneceğim?
- Senin için yarattığım melek, bana nasıl döneceğini sana anlatacaktır.

- Derken Melekler gelir ve dünyaya gitme zamanının geldiğini söylerler ve çocuğu Allah’ın huzurundan
götürürlerken bebek tekrar sorar.

- Allah’ım benim için yarattığın meleğin adi ne?

- Adinin önemi yok ama sen ona ANNE diyeceksin


Buda güzel olmus gercekten insanin ici bi hos oluyor

CÜSSKB-Aynur
21.03.2006, 10:41
EMEK

Renklerin ustası olarak anılan büyük bir ressamın öğrencisi eğitimini
tamamlamış. Büyük usta öğrencisini uğurlarken, yaptığı resmi şehrin en
kalabalık meydanına koymasını ve yanına da kırmızı bir kalem bırakmasını,
halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı iliştirmesini istemiş. Öğrenci birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde
resmin çarpılar içinde olduğunu görmüş.Üzüntüyle ustasına gitmiş. Usta ressam üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş. Öğrenci resmi yeniden yapmış.
Usta yine resmi şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş
fakat bu kez yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde boya ile birkaç fırça
koymasını ve yanına da insanlardan beğenmedikleri yerleri
düzeltmesini rica eden bir yazı ile bırakmasını önermiş.
Öğrenci denileni yapmış. Birkaç gün sonra bakmış ki resmine hiç
dokunulmamış. Sevinçle ustasına koşmuş.Usta ressam şöyle demiş:
"İlkinde insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri
sağanağı ile karşılaşılabileceğini gördün. Hayatında
resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı. İkincisinde
onlardan yapıcı olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç
kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye cesaret edemedi. Emeğinin karşılığını,
ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın. Sakın emeğini
bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma."

erhan5834
21.03.2006, 10:49
Hızırı Görmek İstiyorum
Vaktiyle, saf-temiz bir adam, Hazreti Hızırı görmek dredine görmüş. Ona birileri:
"- Filan çöle gideceksin filan istikamete doğru yürüyeceksin, işte oralarda bir yerlerde Hızır'ı görebilirsin, demiş.
O da inanmış, o çöle gitmiş ve o istikamete doğru yüürmeye başlamış. Gariban adam çölde epeyce yürümüş. Bir müddet sonra birisiyle karşılaşmış:
"- Selâmun aleyküm..."
"- Aleyküm selâm."
"- Hayırdır, yolculuk nereye kurban?" demiş karşılaştığı adam.
"- Ben Hızır'ı görmek istiyorum. bu çölde bu istikamete gidersem görebleceğimi söylediler.... Gidiyorum işte...."
"- Peki Hızır'ı görünce tanıyabilecek misin?..
Saf adam:
"- Vallahi, o hiç aklıma gelmedi demiş.
"- Üzülme... Ben sana tarif edeyim: Benim gibi kara kuru, seyrek sakallı bir adamdır.
"- Eyvallah kurban demişler ve birbirlerinin tersine yürümüşler.

Çok geçmeden aklı başına gelmiş,geri dönmüş ama, kara kuru seyrek sakallı Hızır (a.s.) sır olup gitmiş.

Adamcağız kulağını kaşımış ve...
"- Hay Allah, kaçırdık." demiş. Hızır'ı kaçırdığına pişman olmuş.

erhan5834
21.03.2006, 10:50
Öğüt
Birgün Emir Süleyman Pervane, Mevlana'dan kendisine öğüt vermesi için ricada bulumuştu. Mevlana, dan kendisine öğüt vermesi için ricada bulunmuştu. Mevlana, bir zaman düşündükten sonra:
- Emir Pervane, Kur'anı ezberlediğini duyuyorum, doğru mu? Dedi.
Pervane:
- Evet.
- Ayrıca, Şeyh Sadreddin'den hadis ilmi okuduğunu da duydum.
- Evet doğrudur.
Bunun üzerine Mevlana şöyle buyurmuştu:
- Mademki, Tanrı ve onun peygamberinin sözlerini okuyorsun... O sözlerden öğüt alamıyorsan, hiçbir ayet ve hadis'in emrine uyamıyorsan, benim nasihatimi nasıl dinler ve ona uyarsın.
Pervane, bu sözler üzerine ağlıyarak dışarı çıkar.

erhan5834
21.03.2006, 10:51
Günahkar Ağızdan Çıkan Dua
Bir kâfilede bulunan insanlar, Ebü'l-Hasan Harkânî hazretlerinin huzûruna gelip;
-Yollar korkuludur. Bize bir duâ öğretiniz, diye istirhâm edince; buyurdu ki:
- O zaman, Ebü'l-Hasan'ı hatırınıza getiriniz!
Bu söz, gelenlerin hoşlarına gitmedi. Yolda eşkıyâ, önlerine çıktı. Hepsinin mal ve metâlarını aldı. Yalnız, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretlerini hatırlayan bir kimsenin malına zarar gelmedi. Bu hâle arkadaşları şaşıp, sebebini sorduklarında;
-Ebü'l-Hasan-ı Harkânî'yi hatırladım ve kurtuldum, cevâbını aldılar.
Gelip durumu Ebü'l-Hasan hazretlerine anlattılar. Ve;
-Biz Allah'tan yardım istedik, eşkıyâlar bizi soydu. Fakat seni hatırlayıp, senden yardım isteyen şu arkadaş kurtuldu. Bunun hikmeti nedir? diye sordular.
-O arkadaşınızı kurtaran, Allahü teâlâdır. Günahkâr ağızdan çıkan duâyı cenâb-ı Hak kabûl etmez. Bunun için siz Allah'a yalvardığınız zaman duânız kabûl olmadı. Bu arkadaşınız beni hatırlayıp imdât isteyince, ben de Rabbime duâ ettim; "Yâ Rabbî! Şu kulunu içinde bulunduğu belâdan kurtar." dedim. Rabbim benim duâmı kabûl ettiği için, o arkadaşınız kurtuldu. Mesele bundan ibârettir." buyurdu.

erhan5834
21.03.2006, 10:52
Güzelliğinde İmtihanı Var
Süleyman bin Yesâr, bir arkadaşıyla “Ebva” denen yerde konaklamışlardı. Arkadaşı yakındaki alışveriş yerinden bir şeyler almak üzere çadırdan ayrıldığı sırada Süleyman’ı geriden gözetleyen bir bedevi kadını hemen çadırın kapısına gelerek:
– Buraya kadar gelir misin? diye seslendi.
Süleyman, serili sofradan yiyecek isteyeceğini düşünerek bazı şeyleri alıp da kadına doğru yürürken kadının ikazı farklı oldu: – Ben yiyecek falan istemiyorum, seni istiyorum seni. Yakışıklılığın hoşuma gitti. Karşı çadıra gel. Kimsecikler yok yanımda! Süleyman, bir imtihana tabi tutulduğunu düşünerek bağırmaya başladı:
– Defol buradan şeytanın elçisi. Şimdi arkadaşım gelir, İkimiz de rezil oluruz!
Kadın, beklemediği bu karşılıktan ürkerek peçesini yüzüne kapayıp çadırına dönerken, Süleyman da içeriye girip ağlamaya başladı. Bu sırada çarşıdan aldığı şeylerle gelen arkadaşı Süleyman’dan yaşadığı durumu dinleyince o da ağlamaya başladı. Süleyman şaşırmıştı.
– Sen niçin ağlıyorsun? diye sordu. Aldığı cevap şöyle oldu:
– Kardeşim, sen gerçekten de bir iffet abidesiymişsin. İyi ki ben muhatap olmadım böyle bir imtihana. Muhtemeldir ki kaybedebilirdim. Allah sana senin güzelliğin kadar iman kuvveti lütfeylemiş demek ki.
Süleyman oradan kalkıp Medine’ye varır, o gece rüyasında Yusuf aleyhisselamı görür. Karşıdan kucağını açarak gelen Hazret-i Yusuf ona şöyle hitap eder:
– Gel seni kucaklayayım iffet abidesi kardeşim. Güzelliğin de kendine göre imtihanı vardır. Sen de benim gibi bu konuda imtihanlara tabi tutuldun, ama kazandın. Tebrik ederim seni.

FATIMA
21.03.2006, 12:13
SANAL AŞK

Bu çok güzel ilkbahar sabahinda deniz kenarina park ettigi arabasinda, bu sarkiyi mirildanarak denize bakiyordu kadin.. Arabadan cani inmek istememisti.. Oysa hava ne güzeldi.. Kara kis bitmis, ilkbahar gelmisti iste. Onun oralara karakis geliyordur su aralar diye gecirdi aklindan.Sonra ne güzel bir sarki bu diye düsündü. Insanin içini burkarken ayni zamanda dudaklarin iradesizce sarkiya katiliyor..

Neydi onu bu kadar melankolik yapan. sevdigi terketmis ti. Bu güne kadar kac sefer terk edilip, terk etmisti.. Neydi onu bu terkediste bu kadar cok yikan? Onun yazdiklarini hatirladi.. ici burkuldu gene.. Daha ilk satirda hissetmisti onun bir ayrilik mektubu oldugunu.. Nasil kanmisti yalanlarina? Hani gelecekti? Hani uzakliklar onun icin sevgisini kamcilayan bir kirbacti.. Yollar uzadikca, onun sevgisi artiyordu hani.. Nasil inanmisti bu yalanlara?.. Neden bu kadar muhtacti sevilmeye.. Neden kanmisti.. Adinin bile O oldugundan emin olmadigi birine.. Tum bunlari hak edecek ne yapmisti?Acaba adam, kadinin, ona oldugu kadar dürüst müydü? Yoksa hepsi koca bir hic miydi?Bombos hayallerle dolu birbucuk yilini dusundu.. Kalemi aldi eline ve yazmaya basladi... Bir gün ask biter.. Anilarda tadi kalir.. Yarim kalan askin tadi.. Damaklarda saklanir.. Belki de yasanmayan asklar.. Bu yüzden hep tatlidir.. Siiri gozyaslari icinde okudu. Kalemi elinden birakti, arabadan cikti. Bu ara ne cok kilo verdim , bu ask sadece kilo vermeme yaradi diye düsünüp gülümsedi.. Hayir dedi 7 yil sonra siir yazmama yaradi, 7 yil sonra kalbim oldugunu hissetmeme, 7 yil sonra birini sevmenin ve 7 yil sonra sevilmenin ne guzel oldugunu hatirlamama, ilk defa adima yazilmis bir sarkida mutluluktan aglamama yaradi diye düsündü.. Arabaya gitti, cep telefonunu eline aldi.. Bir an oyle kaldi.. Arayip aramamak, arasinda bocaladi.. Cep telefonunu birakti ve kalemini alip yazmaya basladi. Neye yarar yüregimiz dolu olmazsa askla, Neye yarar bu dünya ,ask olmasa... Yazilabilir miydi siir? Cizilebilir miydi resim? Sarkilar yürekten soylenir miydi böylesine? Düsebilir miydik..? Süzülen bir yaprak gibi sevginin kucagina.. Acilabilir miydik? bir yelkenli gibi.. ask denizinin koynuna.. ask olmasa.. Gözlerindeki yaslari tekrar sildi, arabasini calistirdi, eve dogru sürdü.. Belki bir e-mail daha gelmistir diye dusundu.. Affet diyen.. Yüzünü bir gülümseme sardi.. ASK SANAL BILE OLSA GÜZELDI..

puar
21.03.2006, 12:32
hımmmmmm ;)fatıma güzelmiş bunu kim yazdı?

bugrakova
21.03.2006, 12:33
BIR KESE INCI

Basra mücevhercileri bir araya toplanmisti. Iclerinden biri basindan gecen bir olayi söyle anlatti: " Bir zaman cölde yolumu kaybetmistim. Yanimda yiyecek ve icecek hicbir sey kalmamisti. Tam hayattan ümidimi kestigim sirada ici dolu bir kese buldum. Bunu kavrulmus bugday sandigim andaki zevki ve sevinci , inci oldugunu ögrenince de duydugum aciyi ve hüznü hicbir zaman unutamam..."
"Kuru cöllerde, kumlarin ortasinda susuzun agzinda inci olmus, sedef olmus, ne cikar? Aziksiz adamda ha altin bulunmus ha saksi kirigi!"



çok teşekkür ederiz abla bizde yazacaz inşallah

puar
21.03.2006, 12:33
erhan yazılar çok güzel ellerine sağlık Allah razı olsun..

bugrakova
21.03.2006, 12:35
erhan abi çok güzel olmuş eline sağlık...

erhan5834
21.03.2006, 16:26
Cebrail (a.s.)'ın Hocası
Birgün Server-i Enbiyâ 's.a.v.' mescidde oturmuş idi. Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Sultân-ı Enbiyâ, hazret-i Cebrâîl ile söyleşirdi. Eshâb-ı kirâm mescide gelip, Seyyid-i kâinâtı meşgûl görüp, bildiler ki, hazret-i Cebrâîl ile söyleşir. Sükût edip, oturdular. O sırada hazret-i Alî 'r.a.' içeri girip, selâm verip, yerine oturdu. Hazret-i Osmân 'r.a.' gelip, selâm verip, yerine oturdu. Sonra Ebû Bekr 'r.a.' gelip selâm verdikde, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm ayak üzerine kalkdı. Sultân-ı Enbiyâ hazretleri de ayak üzerine kalkdı. Eshâb-ı kirâm, Server-i kâinâtı ayak üzere kalkdığını görüp, hepsi ayağa kalkıp, hayret etdiler. Zîrâ Fahr-i âlem, Eshâb-ı güzînden kimseye ayak üzerine kalkmamışdır. Sonra bu husûsu, hazret-i Resûl-i ekremden sordular.
Buyurdular ki:
- Ebû Bekr-i Sıddîk mescide girip, selâm verdiği zemân, Cebrâîl aleyhisselâm Ebû Bekr-i Sıddîka ta'zîm için ayak üzerine kalkdı. Ben de ayak üzerine kalkdım. Sonra, yâ kardeşim Cebrâîl, Ebû Bekre ne için ta'zîm etdiniz, diye sordum.
Dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Ebû Bekre ta'zîm bana vâcibdir. Zîrâ Ebû Bekr benim hocamdır. Ben sordum,
- Neden dolayı hocandır.
Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki:
- Yâ Muhammed 'sallallahü aleyhi ve sellem'! Hak Sübhânehü ve teâlâ, Âdem aleyhisselâtü vesselâmı yaratdığı zemân, meleklere, hazret-i Âdeme secde ediniz, diye emr etdi. Benim hâtırıma geldi ki, secde etmiyeyim. Ben ondan efdalim. Zîrâ ki, o balçıkdan yaratılmışdır, dedim. Bunun üzerine olmağa niyyet eyledim. O zemân ki, Ebû Bekrin rûhu arş altında nûrdan bir köşk içinde idi. Köşkün kapısı açıldı, Ebû Bekrin rûhu çıkdı.
Bana dedi ki,
- Yâ Cebrâîl secde eyle. Sakın muhâlefet etme. Bunu üç kerre tekrârladı. Arkama üç kerre eliyle vurdu. O sırada kalbimden kibr ve enâniyyet ve inâd gitdi. Âdeme secde eyledim. Benden kibr ve enâniyyet, iblîse intikâl edip, Âdeme secde etmedi. Ebedî tard edilip, mel'ûn oldu ve ben de ebedî se'âdete kavuşdum. Yâ Muhammed 'sallallahü aleyhi ve sellem'! Ebû Bekr bu şeklde bana hoca olmuşdur, dedi.

erhan5834
21.03.2006, 16:27
EBABİL KUŞLARI
Habeşistan Krallığı'nın Yemen valisi olan Ebrehe, milâdî 570 yıllarında San'a şehrinde, 'Kulleys' adı verilen muhteşem bir kilise yaptırmıştı. Maksadı, Kâbe ziyaretine rağbet gösteren Arapların ziyaretlerini oraya çevirmekti. Bu duruma tepki gösteren bir adam da, gecenin birinde Kulleys'e girip içine pislemişti. Bu hakarete çok öfkelenen ve koyu bir hıristiyan olan Ebrehe, gidip Kâbe'yi yıkmaya karar verdi. Topladığı onbinlerce asker (altmış bin olduğu söylenir), Mahmud adlı büyük bir fil ve daha başka fillerle Mekke'ye doğru yola çıktı. Önüne çıkan bazı kuvvetleri de mağlup ederek ilerledi. Taif şehrine gelince askerlerin bir kısmını Mekke'ye gönderdi. Onlar da Peygamber s.a.v.'in dedesi ve Kureyş'in reisi Abdülmuttalib'in ikiyüzü aşkın devesiyle ahalinin hayvanlarını sürüp götürdüler.

Bu olayın peşinden Abdülmuttalib, gidip Ebrehe'yle görüştü, develerinin geri verilmesini istedi. Ebrehe dedi ki:

- Benden develerin istiyorsun da, Kâbe'den hiç söz etmiyorsun. Halbuki ben onu yıkmaya geldim.

- Ben develerin sahibiyim. Kâbenin de onu koruyacak sahibi vardır!

Bu görüşme sonunda develer geri verildi. Mekke halkı bu güçlü orduyla savaşamayacağı için, anlaşma gereği dağlara çekilip neticeyi beklemeye başladı.

Ebrehe ordusu büyük fili önden sürerek Mekke sınırına dayandı. Kâbe'yi halatla bağlayıp fillerle çekerek yıkmak istiyorlardı. Bu sırada Ebrehe'nin yol kılavuzlarından Nüfeyl b. Habib, koca filin kulağından tutarak şöyle bir şey söyledi, sonra da koşarak dağa çıktı:

- Ey Mahmud çök! Sakın ileri gitme, sağ salim geriye dön!

Mekke'ye girişte büyük fil direndi, zorlanınca yere yattı. Onu bir türlü Kâbe cihetine yürütemediler. O anda sürü halinde ebabil kuşları ortaya çıktı. Her birinin ağzında ve ayaklarında nohut gibi birer taş vardı. Bu taşları ordu üzerine mermi gibi boşalttılar. Kime rastlarsa delip geçiyordu. Askerlerin çoğu öldü; 'Fil Ordusu' dağılarak Yemen'e döndü. Ebrehe de dönüşte öldü. Kâbe ise olduğu gibi kaldı. Kur'an'da Fil Suresi bu olayı anlatır.

erhan5834
21.03.2006, 16:29
Yahudilerin İftirası
Musa (a.s.) kardeşi Harun (a.s.) ile birlikte yolculuk ederken o zamana kadar görmedikleri bir ağaç görürler. Hemen ardında kapısı ardına kadar açık bir ev görürler. Seslenirler bir cevap alamazlar.Evin içinde bir kanepe görürler. Harun (a.s.):
- Ya Musa! Burası hoşuma gitti. İzin ver de şu kanepenin üzerinde biraz olsun uyuyayım.
- Uyu ya Harun.
Hz.Harun orada uyuduğu zaman ölüm meleği gelip Harun (a.s.) ruhunu kabzeder. İlk defa gördükleri ağaç kaybolur. Ev içindeki kanepe ile semaya kaldırılır. Musa (a.s.) bu duruma üzülerek yapayalnız İsrailoğullarına döner.
Onun kardeşiyle birlikte dağa çıkıp yalnız döndüğünü gören Yahudiler:
- Musa, İsrailoğullarının Harun'a karşı olan sevgisi yüüznden hased edip onu öldürdü, diye iftira ederler.
Musa (a.s.) :
- Kardeşimi öldürdüğümü ileri sürerek bana iftira ediyorsunuz. Halbuki o daha önce kendisi için takdir edilen hükmün tecellisi karşısındadır. O İlahi hüküm yerine geldi.
Yahudiler, bu iftirayı çoğaltınca Musa (a.s.) iki rekat namaz kıldı ve Rabbine kendisini temize çıkarması ve Yahudileri susturması için dua etti. Dua kabul olundu. Bir mücize olarak kanepe göründü. musa (a.s.'ın doğru söylediğine inanırlar.

CÜSSKB-Aynur
24.03.2006, 12:44
Tanrı demiş ki:
"Bill senin durumun hakikaten karmaşık. Seni cennete mi cehenneme mi yollamalı bilemiyorum. Her eve bilgisayar girmesine yardımcı olarak insanığa katkıda bulundun ama bir yandan da Windows gibi bir rezaleti de yarattın. Ben de senin özel durumuna göre bir şey yapacağım, cenneti de cehennemi de ziyaret et, hangisine gideceğine karar ver.
" "Tamam" demiş Bill Gates,"Önce cehenneme bir bakayım."
ve inmiş cehenneme. Bir de bakmış berrak sulu bir kumsalda bir sürü güzel kız top oynuyor eğleniyor, güneş parlıyor hava süper. "Allaah" demiş Bill Gates, "Cehennem böyleyse Cenneti hakkaten görmek isterim." Ve cennete çıkmış. Bir bakmış, bulutların üzerinde bir yer, etrafta melekler uçuşuyor, insanlar lir çalıyor, güzelce bir yer ama Cehennem kadar değil.
''Tamam" demiş tanrıya Bill Gates, "Ben cehenneme gitmeye karar verdim."
İki hafta sonra tanrı cehennemi ziyaret edip Bill Gatesin nasıl olduğuna bakmaya karar vermiş. Gitmiş Bill'in yanına, Bill bir duvara zincirlenmiş, alevler
içinde karanlık bir mağarada ve zebaniler işkence ediyor.
- Nasılsın Bill?
Korkunç! Burası iki hafta önce geldiğim cehennem değil! Kızların oynaştığı o güneşli kumsala ne oldu?
Tanrı cevap vermiş:
O ekran koruyucusuydu...

Ertugrul
18.06.2006, 18:12
Mustafa, koruma altında!

Tarihî büyük bir eczanenin sahibi Anya Hanım, Finlandiya’nın Lovis Belediyesi’nin başkanıydı. Maddi imkanların zirvede olduğu ülkesinde, halkının maneviyata ve insanî sıcaklığa kapalı olmasına üzülüyordu. Yaşı bir hayli ilerlemişti; eskiden de insanları soğuktu belki; ama şimdilerde insanlar iyice kopmuştu birbirinden...
Bu burukluğu yaşadığı dönemlerde, eczanesine Mustafa isimli bir delikanlı gelmişti. Öğrenci değişim programıyla gelen ve Türkiye’de eczacılık yapmış olan bu genç, eczanesinde çalışmak istiyordu. Delikanlıdaki efendiliği ve içtenliği görünce, işe kabul etmişti. Kısa zamanda sıcak bir diyalog kurulmuştu. Ailesinden bile görmediği cana yakınlık görmüştü.

Bu samimi havasından dolayıdır ki, Mustafa’nın Türkiye davetini düşünmeden kabul etmişlerdi. Anya Hanım, eşi ve yanlarında üç arkadaşlarıyla yaz ortasında Türkiye yollarına koyulmuşlardı. Mustafa’nın bulunduğu İç Anadolu şehrinde tarifsiz bir ilgiyle karşılaşmışlardı. Mustafa’nın ailesini görünce de; “Böyle ‘friendly’ (dost canlısı) bir ana-babadan da böyle ‘friendly’ bir Mustafa olur zaten!” demişlerdi.

Onların geldikleri akşam Mustafa’nın evinde bir sohbet olacaktı. Mustafa, ‘Acaba arkadaşlarımı arayıp iptal mi etmeliyim?’ diye düşündü. Hep sohbet-i canan yörüngeli muhabbetlerini Anya Hanım da müşahede etmeliydi. Bu kadar birbirine benzeyen, bu kadar sıcak ve güzel insanın nasıl olup da bir araya geldiğini merak etmişti Anya Hanım:

“Bizler her hafta böyle toplanır, şahsi, ailevi, mesleki.. her türlü meselemizi burada müzakere ederiz. Maneviyatımızı takviye için duygu ve düşünce alışverişinde bulunuruz.”

Anya Hanım, “Nasıl bu kadar mükemmel olabiliyorsunuz?” diyerek, hayretini ifade etmişti.

Tatlı bir sohbet başlamış, İngilizce olarak imanî, felsefî bazı meseleler harmanlanıyordu. Mevzulara yer yer onlar da iştirak ediyorlardı. Bir ara Anya Hanım şöyle demişti:

“Arkadaş ve dost canlısı olarak dünyada bir Mustafa’yı bilirdik; gelip gördük ki buradakilerin her biri birer Mustafa!..”

Antalya’yı gezmek istiyorlardı; Mustafa bir minibüs ayarlamıştı. Yolda tatlı bir sohbete daldıklarından, benzin almayı unutmuşlardı. Yolda kalmışlardı. Mustafa onlara, “Bir bidon benzin alıp geleyim.” dedi.

Bir ticarî taksiyi durdurmuştu. Elini arka cebine attığında, cüzdanının olmadığını fark etti! Cüzdanı minibüste kalmıştı. Durumu taksiciye açtığında, “Ayıp ediyorsun abiciğim!” cevabını almıştı.

Arabadakiler cüzdanını arabada unutmuş olduğunu fark etmişlerdi, nasıl benzin bulabildiğini merak ediyorlardı. Mustafa benzini alıp gelmiş ve cüzdanından ödemeyi yapmıştı. Onlara başından geçenleri anlatıverdi. Anya Hanım, daha bir afallamıştı. Anya Hanım gülerek şöyle demişti:

“Mustafa is under the protection of Allah!” yani: “Mustafa, Allah’ın inayeti ve koruması altında!” Sonra eklemişti: “Mustafa sayesinde bizler de!..”

Artık Allah’ı ismiyle bilen, manâsını içine sindirmeye başlayan Anya Hanım, eşi ve arkadaşları çok memnun olarak ayrılmışlardı. Ve Mustafa vesilesiyle artık onlar birer Türk ve Müslüman dostuydular ve onlar hakkında anlatılacak güzel ve orijinal hatıraları vardı!

Lâkin, bir çiçekle bahar olmaz. Dünyada milyarlarca insan var ve o kadar ulaşılacak, dünyalarına girilecek yerler var. Dolayısıyla “herkes birer Mustafa olmalı!”

aykut-akay
18.06.2006, 22:21
Çanakkale Harbinin en dehşetli günlerinden birinde Tayyar Paşa ordunun içinde sesi güzel ne kadar asker varsa sabah namazından önce hep birden ezan okumaları emrini verir.

Emri alan onlarca asker, şafak kızıllığı ile birlikte, davudi sadalarıyla o lahuti nağmeleri Çanakkale'nin kanla karışık soğuk sularına kadar dinletirler. Çok geçmeden düşman mevzilerinden taşa sarılmış kağıtlar atılmaya başlanır. Askerlerimiz açıp bakarlar. Bunlardan farsca yazılmış birtanesinde şöyle yazılmaktadır;
"-Bizler Hindistanlı Müslüman askerleriz. İngilizler bize Almanlara karşı Osmanlı'nın yanında savaşacağımızı söylediler. Biraz önce ezan sesi duyduk, siz kimsiniz?"

Mehmetciğin kanı donar. Tarih, kandırılmışlığın böylesine pek az şahit olmuştur. Hemen cevap cerilir:
"-Burası Osmanlı payitahtının kapısı... Bizler de asakir-i Osmani'yiz."



•alinti

çılgın-sedat
18.06.2006, 22:50
ÇOK GÜZEL OLMUŞ SİVASLILADY ELLERİNİ SALIK

ylnzkrt58
18.06.2006, 23:24
Savaşların meçhul çocuk askerleri

Çanakkale ve İstiklal Savaşı'na katılan çok sayıda çocuk, vatan savunmasında destan niteliğinde kahramanlık örnekleri sergileyerek, ''meçhul çocuk askerler'' olarak Türk tarihinde yerini aldı.
Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Tarih Eğitimi Anabilim Dalı Başkanı, Konya ve Yöresi Tarih Araştırmaları Merkezi Müdürü Prof. Dr. Nuri Köstüklü, yaptığı açıklamada, Türk milletinin vatan savunması verdiği dönemlerde erkek ve kadınlar kadar çocukların da çok önemli görevler üstlendiğini söyledi.
Türk çocuklarının milli bir sorumluluk şuuru içinde gösterdikleri fedakarlıklar, çektiği çileler ve eziyetlerin tam olarak bilinmediğini vurgulayan Köstüklü, Anadolu'nun hemen her köşesinde, özellikle işgal gören yörelerde, çocukların da bir destan niteliğinde kahramanlık örnekleri sergilediğini anlattı.
Çocuk askerler üzerine bir araştırma yaptığını ve elde ettiği bilgileri bazı seminerlerde sunduğunu dile getiren Köstüklü, bunlardan bazılarını şöyle sıraladı:
''Antep savunmasında Kebapçı Said Ağa'nın oğlu küçük Mehmet, Şahin Bey'in oğlu Hayri, şehit Yolağası'nın oğlu Mehmed Ali, arzuhalci Ali Efendi'nin oğlu İsmail gibi 11-12 yaşlarındaki çocukların özverisi göz yaşartıcı boyuttadır. Bu çocuklar Arslan Bey'in başında bulunduğu milis kuvvetlerinin içinde diğer Kuvayi Milliyeciler gibi silahlı olup yeri geldiğinde çatışmalara katıldılar ve çoğu zaman da istihbarat hizmetinde bulundular.

TEK BACAĞI İLE MİLLİ MÜCADELEDE YER ALDI

Bu çocuklardan küçük Mehmet ve İsmail, 1920 yılının Ağustos ayında şehrin durumu ile ilgili orduya dilenci kılığında bilgi götürürken düşman askerlerine yakalandılar ve hiçbir konuda düşman kuvvetlerine bilgi vermediler. Serbest bırakıldıktan sonra ateş açılması nedeniyle küçük Mehmet 4, İsmail ise 9 yerinden yaralandı. Mehmet'in hastanede ayağı kesilerek kurtarıldı. Ancak İsmail hastanede şehit oldu. Bir ayağı kesilen Gazi Mehmet, geri döndükten sonra tek ayağıyla Milli Mücadelede yine görev aldı.''
Köstüklü, bir diğer kahraman Tarsuslu küçük Mehmet'in de mücadelede önemli görevler üstlendiğini belirterek , ''Bu çocuk, Adana cephesinde düşmanla çarpışıldığı zaman Kuvayi Milliye'ye yemek taşır ve postacılık yapardı. Birgün yine vazifesini yaparken kurşun yağmuruna yakalandı. Ağır yaralanan Mehmet, Konya'da tedavi gördü'' dedi.

KAHRAMANLIKLARI TÜRKÜ OLDU

Adanalı çocukların da İstiklal Savaşı'nda milli heyecan ve sorumluluk içinde hareket ettiğini dile getiren Köstüklü, şöyle devam etti:
''12 Haziran 1920'de Fransız ve Ermenilerden oluşan bir grubun Türklere yönelik katliamında, direniş gösteren Türk çocuklarından 10 yaşındaki Mehmet, aldığı kurşun ve süngü yaralarına rağmen hayatta kalmayı başardı, ancak bir bacağını kaybetti. Urfa'da 14 yaşındaki Bozan, Fransızlar kaçarken Kuvayi Milliye önünde harbe katıldı. Bu yavrunun kahramanlığını gören halk, Bozan için türkü bile yaktı. Sebeke dağından indim dereye/Atılıyor bombalar, bilmem nereye/Türk çeteleri dönmez geriye/Be yürü! yürü Bozan Yavrum yürü!/Vursun kırsın Fransızları, aslanım yürü!...''
Köstüklü, Kahramanmaraş savunması sırasında düşmanın önünü kesmesi için kendisine verilen köprü uçurma görevini yerine getiren Sarıca Köyü'nden 14 yaşındaki Ali, milis kuvvetler arasında bir çok yeri dolaşmak suretiyle bilgi alışverişini sağlayan 10-11 yaşlarında Osmaniyeli Niyazi Aykan da Cumhuriyet tarihine adını altın harflerle yazdırdığını ifade etti.

12 YAŞINDAKİ NEZAHAT ONBAŞI

Tabur Komutanı Binbaşı Halit Bey'in kızı 12 yaşındaki Nezahat onbaşının da, bu küçük yaşına rağmen elinde silahı asker kıyafetiyle Türk ordusuyla birlikte çeşitli muharebelere katıldığını anlatan Köstüklü, ''Ata binmesini ve silah kullanmasını çok iyi bilen bu kız çocuğu Milli Mücadele boyunca 70. Piyade Alayı'nın bir mensubu olarak alayla birlikte tam bir asker gibi, cepheden cepheye koştu. Hatta bu Alaya, o bölgede 'Kızlı Alay' denmişti'' dedi.
Köstüklü, Çanakkale Savaşı'na katılan Galatasaray, Konya ve İzmir Liseleri gibi birçok okulun öğrencisinin şehit düştüğünü belirterek, savaşın olduğu dönemde bu üç lisenin mezun bile veremediğini bildirdi.
Vatanın kurtulması için Türk milletinin kadını erkeği ve çocuğuyla tek vücut olarak düşmana karşı koyduğunu ve yabancı unsurları Türk topraklarından attığını belirten Köstüklü, ''Türk çocuğu yeri geldiğinde omzunda silahla cephede savaştı, yeri geldi istihbarat için haber taşıdı, yeri geldi Türk askerine su, ekmek ve mermi götürdü. Bugün kahramanlık destanları yazarak gazi ya da şehit olan bu çocukların birçoğu bilinmemektedir'' dedi.


--------------------------------------------------------------------------------

Çanakkale Efsaneleri

Kahramanlıkların tarih kitaplarına yazıldığı, ardında binlerce dramatik hikayelerin anlatıldığı Çanakkale Savaşları, 91 yıl sonra bile bazı bilinmeyenleriyle anılıyor.
Çanakkale Boğazı'nı geçip, İstanbul'a ulaşmak isteyen İtilaf Devletleri, binlerce askerle Gelibolu Yarımadası'na ayak atmış, vatan topraklarını işgal etmişti.
Her karış toprağında kanlı savaşların yaşandığı, anaların oğullarının başına kına yakarak savaşa gönderdiği bölgede, İngiltere'den gelen 4. Norfolk Taburu'nun Anzak Koyu'nda, bir bulut kütlesinin içinde kaybolduğu söylentileri, 91 yıldır hala konuşuluyor.
Çeşitli kaynaklardan derlenen bilgilere göre, Gelibolu Yarımadası'ndaki savaşa katılan İngiliz Kraliyet Ordusu'na ait 4. Norfolk Taburu'nun, 12 Ağustos 1915 tarihinde Anzak Koyu mevkiindeki 60. Tepede büyük bir bulut kütlesinin içinde kaybolduğu iddia edilmiş, bu olay savaştan sonra çeşitli tarih kitaplarında yerini almıştı.
Yeni Zelanda Kıtası'nın 1. Sahra Birliği'ne bağlı 3. Bölükte savaşa katılan F. Reichardt, R.Nevnes ve J.L. Newman adlı üç asker, bu olaydan 50 yıl sonra olayın görgü tanığı olduklarını iddia etmiş, güneyden esen 70 kilometre hızındaki rüzgara rağmen, yaklaşık 250 metre uzunluğunda, 65 metre yüksekliğinde ve 60 metre genişliğindeki bulut kültesinin yer değiştirmeden 60. Tepe üzerinde durduğunu ve İngiliz askerlerinin bu kütlenin içinde kaybolduğunu anlatmışlardı.
Bu olay, kimilerine göre gerçek, kimilerine göre rivayetten başka bir şey değildi. Ancak, bu tür olaylar, tek bir gerçeği değiştirememişti; o da, ''Türk'ün vatan ve millet sevgisi uğruna verdiği binlerce candı...''

TARİH ARAŞTIRMACISINA GÖRE...

Çanakkale Turizm ve Tanıtma Derneği Başkanı Ahmet Kaşıkçı, yaptığı açıklamada, uzun yıllardır anlatılan ''bulut'' olayının, aslında kaybedilmiş savaş için uydurulan bir kılıf olduğunu söyledi.
Gelibolu Yarımadası'na, son derece donanımlı silahlarıyla gelen İngiliz ve Anzaklar'ın, savaşta ilk başlarda çok iddialı olduklarını, ancak Yeni Zelandalılar'ın yaşadıkları yenilgi üzerinden 50 yıl geçtikten sonra, noter huzurunda anlattıkları ''bulut'' olayının, dünya tarihinde inanılmaz bir zafer olarak yerini alan Çanakkale Zaferi'ni küçümsemek amacıyla uydurulduğunu öne süren Kaşıkçı, şunları kaydetti:
''Binlerce insanın, gencecik yaşta hayatını kaybettiği bu savaşta askerler, savaş psikolojisiyle bu tür olaylar anlatabilir. Ancak ne olursa olsun Çanakkale Savaşı'nda yaşananları bu şekilde anlatmak, askerimize yapılan bir hakarettir. Çoğu zaman da buna benzer anlatımlarla, Gelibolu Yarımadası'ndaki savaşın başka güçlerin desteğiyle kazanıldığı ima edilmeye çalışılıyor. Elbette ki bizim askerimiz inançlıydı. Savaşın kazanılmasında, göğüslerindeki vatan ve iman sevgisi doruğa çıkmıştı. Bu inanç, Mehmetçik'e düşmanla göğüs göğüse yapılan muharebelerde güç vermişti.''


--------------------------------------------------------------------------------

ylnzkrt58
18.06.2006, 23:25
Çanakkale’de şehit mektupları

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Bir Şehid Mezadı adlı hazin bir hikayesi vardır. Kurtuluş Savaşı’nda şehid olan erlerin eşyalarının nasıl mezada konup satıldığını, topu topu bir küçücük bavula sığacak kadar olan bu şehid eşyalarını ailelerine göndermenin masraf ve zahmetini falan anlatır bu hikaye. Siz Anadolu’daki şu yoksulluğa bakın ki bir şehidin kurşun deliği açılmış bir kalpağı, altı delinmiş bir potini, eprimiş bir gömleği bile satılacak kadar değerli, öte yandan ailesi de onun parasına muhtaç olacak denli fakir. Peki ya satılmak üzere açılan bavuldan bir şehidin mektupları çıkarsa!..
Bir şehid ki her şeyi mezada çıkarılsa, mektuplarına asla değer biçilemez. Çünkü o mektuplarda yalnızca kan, et ve kemik kokusu değil, kocaman hasretlerin derin aşklarını yüklenmiş bir gönül vardır. O mektuplar ki kurşunların birbirini vurduğu, güllelerin havada göğüs göğüse geldiği cehennemî seslere sükunet verir, vatan aşkını hasretle anılan bir isme bağlayarak cesarete dönüştürür. Kalbinin üstünde böyle bir mektubu saklayan askerin, ‘vatanı için yapabileceği hangi fedakarlık’ vardır diye sorulamaz elbette; o hepsini sırayla yapar ve canını en son verir. Çanakkale Mahşeri’nden okuyalım:
“Bu anda dışarda koşuşma başladı; eski askerler, “Saya geldi! Saya geldi!” diye birbirlerine bağırıyorlardı. (...) Binbaşı Abdülkadir, meraklı bakışlarını Binbaşı Lütfi’ye çevirince, o da bilgi vermek mecburiyetini hissetti.
-Sai gelmiş. İzmir’in köylerinde dolaşır; askerlere gönderilecek mektupları, küçük emanetleri toplar, getirir; sahiplerine verir. Sırdaş olduğu için de sevgililer selamlarını ona emanet ederler. Bu da onun gelişini çok değerli yapar.
Askerler etrafına toplanınca, Sai sağ elini heybenin bir gözüne soktu; bir mektup çıkardı ve bağırdı:
Mehmet oğlu Kara Ali!?..
Değişik yerlerden sesler yükseldi:
-Cennet-i A’lâ’da!..
-Mertebesine erdi!..
Mektubu heybenin diğer gözüne attı. Tekrar bir mektup çıkardı:
-Alsancak’tan Hayati oğlu Salim!
Kalabalığın arasından birisi elini uzatarak bağırdı:
-Ver! Buradayım!..
Yanındaki asker, Salim’in sırtına hafif bir yumruk vurdu:
-Kimden geliyor?!..
-Dur, hele zarfın arkasını okuyayım.
Eline yeni bir mektup alan Sai, yüksek sesle bağırdı:
-Kadir oğlu Hüseyin!..
Değişik yerlerden cevap geldi:
-Şehit!..
-Şehit!..
Onu da diğer göze attı; bu kere işlenmiş bir mendil çıkardı:
-Hasan oğlu Rafet!..
-?!..
Hiç ses çıkmayınca Sai tekrarladı:
-Hasan oğlu Rafet!?..
Tanıyanı kalmamıştı. Sai’nin yüz hatları değişti. Gözleri dalan Binbaşı Abdülkadir karargaha girdi; onu takip eden Binbaşı Lütfi kapıyı örttü; ama az da olsa Sai’nin sesini hâlâ duyuyorlardı:
-Musa oğlu Muharrem!..”(1)
Tarihini bilmeyen milletler kendilerine efsaneler uydurur ve gitgide efsanelere sığınmaya başlarlar. Yukarıdaki satırlar henüz hatıra ve tarih iken derlendiği için bahtiyarız. Ya kaybolup gitselerdi!..
*
Çanakkale anılınca kaybolup gitmesine gönlümüzün razı olmadığı bir de şiir var sırada. Binbaşı Mustafa Kemal’in de yer aldığı savaşa adanmış bir gazel bu. Sultan Reşad’ın yazdığı bir gazel. Heyecanla okuyalım:
Savlet etmişdi Çanakkale’ye bahr ü berden
Ehl-i İslâm’ın iki hasm-ı kavîsi birden
Lakin imdâd-ı İlahî yetişip ordumuza
Oldu her bir neferi kal’a-i pûlâd-beden
Asker evladlarımın pîşgeh-i azminde
Aczini eyledi idrâk nihayet düşmen
Kadr-ü haysiyyeti pâmâl olarak etdi firar
Kalb-i İslâm’a nüfûz eylemeğe gelmiş iken
Kapanıp secde-i şükrâna Reşâd eyle dua
Mülk-i İslâm’ı Huda eyleye dâim me’men
(...Müslümanlara karşı iki kuvvetli düşman birlik olup Çanakkale’ye karadan ve denizden hücum etmişlerdi...)
(...Şükür ki Allah’ın yardımı yetişip ordumuzun her bir neferi çelik bedenli bir kale kesiliverdiler...)
(...Nihayet düşmanlar asker evlatlarımın azimleri önünde diz çöküp aciz kaldıklarını anladılar da...)
(...İslam’ın kalbine hançer saplamaya gelmişlerken, itibar ve şereflerini ayak altına atıp kaçtılar.)
(Ey Reşad!.. Var, şükür secdelerine kapanıp ellerini duaya kaldır ve şu yakarıyı tekrarla: “Allah, bu İslam yurduna daima emniyet versin!” )
(1) Bk. Mehmed Niyazi (Özdemir), Çanakkale Mahşeri, 19. Bs. Ötüken Yayınları, İstanbul, 2004, s. 389-390

İSKENDER PALA

ylnzkrt58
18.06.2006, 23:28
Savaşın dehşeti Anzak günlüklerine de yansıdı

1. Dünya Savaşı’nın en kanlı deniz ve kara çarpışmalarının yaşandığı Çanakkale’de, savaşan taraflardan yaklaşık 250 bine yakın insan hayatını kaybetti.

Savaş tarihine istatistiki bir bilgi olarak giren bu rakam, aynı zamanda Çanakkale Yarımadası’nda sona eren binlerce kişisel yaşam öyküsünü de sembolize ediyor. O dönemde Türklere karşı savaşanların tuttuğu günlükler, savaştan yıllarca sonra bile hem savaşın hem de insanlığın doğasına yönelik bildik renkleri yansıtmaya devam ediyor. İşte söz konusu günlüklerden birkaç satır:

William George Malone (Yeni Zelandalı subay); 25 Nisan 1915: “Sabah 06.10’da Gaba Tepesi’ne çıkartma yapacağız. 6 mil uzağımızdaki Queen Elizabeth’in 15 inch’lik topları ise 29. İngiliz birliğinin çıkartma yaptığı Seddülbahir tepelerindeki Türk birliklerini bombalıyor. Dürbünümden kıyıda cehennemi andıran bir savaş yaşandığını görüyorum. Majestic, Triumph Queen, Inflexible ve diğerleri aralıksız Türk mevzilerini dövüyor. Saat 16.30’da birliklerim karaya ayak bastı. Türkler bizi ağır bir topçu ateşi ile karşıladı. Her yerde şarapneller uçuyor.” (Malone, 18 Ağustos’ta Conkbayırı muharebelerinde öldü.)

George Bollinger (Yeni Zelandalı er); 25 Nisan Sabah 06.00: “Son sürat Gelibolu’nun güney kıyılarına yaklaştık. Ana savaş gemilerimizden birkaç mil uzaktayız. Kıyıda tam bir kıyamet kopuyor. Sanırım binlerce Türk ölüyor. Acaba tarih bu kadar büyük bir bombardımana şahit olmuş mudur? Bom, bom, bom... Hiç susmuyorlar! Bu 15 inch’lik toplara kim karşı koyabilir ki?’ 27 Nisan sabah 10: “Düşman ateşi altında tepeye çıkmaya çalışıyoruz. Arkadaşlarım daha bir el bile ateş edemeden patır patır düşüyor. Neredeyse yüzer yüzer ölüyoruz!”

İngiliz Çavuş James Milne’in eşine yazdığı mektuptan: “Kıymetli karıcığım, daha önce sana hiç böylesi şartlarda yazmamıştım. Bunu postalamayacağım, cebimde olacak. Eğer vurulursam arkadaşlarım sana iletecekler. Birazdan tepeyi Türklerden almak için saldıracağız. Ölürsem yeryüzünde hatırladığım son görüntü olan yüzün hafızamda, ismin dudaklarımda ona gideceğim. Çocuklarımıza iyi bak ve babalarına nasıl öldüklerini anlat lütfen. Daha fazla yazamayacağım... Seni seviyorum. Tanrı seni korusun... Jim

aykut-akay
20.06.2006, 00:29
güzel yazilar elinize saglik hepinizin

ertugrulss
20.06.2006, 01:38
''S A N D A L C I'' İstanbulda çok ünlü bir sandalcı varmış.Bu sandalcı çok çapkınmış öyleki sandalına binen kadın kurtulamazmış.Bunu duyan zatı erhatun bir kadın ''ben bu sandala binerim bana hiçbişey olmaz '' demiş. Neyse bizim erhatun aramış taramış ünlü sandalcıyı bulmuş. Sandala binmiş ''çek bakalım'' demiş. Sandalcıda asılmış küreklere. Sandalcı her kürek çekmesinde ''DERLEEERR'' diyormuş! Bayağı bir yol aldıktan sonra bizim erhatun sonunda dayanamamış ve sormuş ''yahu neyi derler?'' Sandalcı şöyle bir bakmış erhatuna bıyığını burmuş ve demiş '' VERMESENDE VERDİ DERLEEERR ''

Alişan
20.06.2006, 15:02
Merhaba anne,
Yine ben geldim.
Merak etme okuldan çıktım da geldim.
Anneler de babalar gibi merak eder mi bilmiyorum ama
Ali, "Okula gitmezsem annem çok kızar, merak eder."
demişti de onun için söylüyorum.
Geçen hafta öğretmen, sağ elimde sarımsak, sol elimde
soğan dedirte dedirte öğretti sağımı solumu.
Ben biliyorum artık anne, sağım neresi, solum neresi
Ağrıyan yanımın neresi olduğunu.
Şimdi iyi biliyorum anne.
Hani geçen geldiğimde:
Şuram acıyor işte, şuram demiştim de
Bir türlü söyleyememiştim ya acıyan yanımı anne
Bak şimdi söylüyorum. Şuram işte,
Sol yanım çok acıyor anne.
Hem de her gün acıyor anne her gün.

Dün sabah annesi Ayşe'nin saçlarını örmüştü.
Elinden tutup okula getirdi.
Yakası da danteldi.
Zil çalınca öptü, hadi yavrum sınıfa dedi.
Ben de ağladım,
Ağladım hiç de utanmadım.
Öğretmen ne oldu dedi?
Düştüm, dizim çok acıyor dedim.
Yalan söyledim anne.
Dizim acımıyordu ama sol yanım çok acıyordu anne.

Bugün ben de saçım örülsün istedim.
Babam ördü ama onunki gibi olmadı.
Dantel yaka istedim.
Babam; "Ben bilmem ki kızım." dedi.
Bari okula sen götür dedim.
"Kızım, iş..." dedi.
Ben de bana ne dedim, ağladım.
"Kızım, ekmek" dedi babam.
Sustum ama okula giderken yine ağladım anne.
Ha, bi de sol yanım yine çok acıdı anne.

Herkesin çorapları bembeyaz,
benimkiler gri gibi.
Zeynep, "Annem, beyazlara renkli çamaşır
katmadan yıkıyormuş" dedi.
Babam hepsini birlikte yıkıyor.
Babam çamaşır yıkamasını bilmiyor mu anne?
Uffff, babam, her gün domates
peynir koyuyor beslenmeme.
Üzülmesin diye söylemiyorum ama
Arkadaşlarım her gün kurabiye,
börek, pasta getiriyor.
Biliyorum babam pasta yapmasını
bilmez anne.




Hava kararıyor, ben gideyim anne.
Babam bilmiyor kaçıp kaçıp sana geldiğimi.
Duyarsa kızmaz ama çok üzülür biliyorum.
Kim bozuyor toprağını,
Çiçeklerini kim koparıyor?
İzin verme anne,
Ne olur toprağına el sürdürme!
Eve gidince aklıma geliyor bi de
bunun için ağlıyorum anne.
Bak, kavanoz yanımda,
toprağından bir avuç daha alayım.
Biliyor musun anne?
Her gelişimde aldığım topraklarını
Şu kavanozda biriktirdim.
Üzerine de resmini yapıştırıp
başucuma koydum.

Her sabah onu öpüyor kokluyorum.
Kimseye söyleme ama anne
Bazen de konuşuyorum onunla.
Ne yapayım seni çok özlüyorum
anne.
Ha unutmadan,
Öğretmen yarın anneyi anlatan
bir yazı yazacaksınız dedi.
Ben babama yazdıracağım.
Öğretmen anlarsa çok kızar ama
bana ne kızarsa kızsın.
Ben seni hiç görmedim ki neyi,
nasıl anlatacağım anne.

Senin adın geçince sol yanım
acıyor anne.
Hiç bir şey yutamıyorum.
Bazen de dayanamayıp ağlıyorum.
Kağıda da böyle yazamam ya anne.
Ben gidiyorum anne,
Toprağını öpeyim, sen de rüyama gel beni öp.
Mutlaka gel anne,
Sen rüyama gelmeyince
Sol yanımın acısıyla uyanıyorum anne.
Sol yanım acıyor anne.
İşte tam şurası,
Sol yanım çok acıyor anne.
Seni çok özledim anne, çooook...

Yigido58_NL
20.06.2006, 15:55
ANNELER

- Doğacak çocuk doğumdan bir gün önce Allah ile görüşür. Bebek:
- Allah’ım dünyaya gideceğim ve orada ne yapacağımı bilmiyorum.

- Ben senin için bir melek yarattım ve o seninle ilgilenecek.
- Allah’ım onların dilini bilmiyorum. Onlarla nasıl anlaşacağım. Nasıl iletişim kuracağım?

- Senin için yarattığım melek, o sana sabırla onların dilini öğretecektir.

- Allah’ım dünyada duyduğum kadarıyla çok kötülükler varmış. Onlarla nasıl basa çıkacağım bilemiyorum.
- Senin için yarattığım melek, seni cani pahasına kötülüklerden koruyacaktır. Merak etme.

- Allah’ım sana tekrar nasıl döneceğim?
- Senin için yarattığım melek, bana nasıl döneceğini sana anlatacaktır.

- Derken Melekler gelir ve dünyaya gitme zamanının geldiğini söylerler ve çocuğu Allah’ın huzurundan
götürürlerken bebek tekrar sorar.

- Allah’ım benim için yarattığın meleğin adi ne?

- Adinin önemi yok ama sen ona ANNE diyeceksin
Damardan girdin be gardas.
ANA GIBI YAR VATAN GIBI DIYAR OLMAZ

CÜSSKB-Aynur
08.07.2006, 23:16
Sendika


Toplu sözleşme pazarlığından yeni çıkmış sendika başkanı, salonda
toplanmış¸ işçilere ateşli bir söylev çekmektedir:
"Yoldaşlar! Yönetimle yeni bir sözleşme yaptık...Bundan böyle haftanın
dört günü daha çalışmayacağız!"
Kalabalık ," Yaşasııınnnn!" diye bağırır.
"Çalışma saatimiz beşte değil dörtte bitecektiiir!"...
"Yaaşşaaaaaaaa!"........
"Çalışmaya dokuzda değil onbirde başlıyacaaağııızzzz!"..
"Helaaaalllll!"......
"Maaşlarımız %150 artacaaaktıııırrr !".....
"Waaaaaoooaaaaaaaaawwwww !".......
"Yalnızca çarşambaları çalışacağğıızzzz !"
Bu sözün ardından derin bir sessizlik olur....

Derken arkalardan bir ses duyulur.....
" Her çarşamba mı? "

Etem-Murat
09.07.2006, 09:19
ir zamanlar bir kralın aklına şöyle bir düşünce geldi:

"Eğer bir işe ne zaman başlayacağımı; kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken en önemli şeyin ne olduğunu bilseydim, girdiğim her işi başarırdım."

Aklına böyle bir fikir düşünce, krallığın dört bir yanına, kim kendisine her iş için en uygun vakti, bu iş için en gerekli kişinin kim olduğunu ve yapılması gereken en önemli şeyin ne olduğunu öğretirse ona büyük bir mükafat vereceğini ilan etti.

Bilgeler kralın huzurunda toplandı, fakat sorulara verdikleri cevaplar birbirinden tamamen farklı çıktı. İlk soruya cevap olarak; kimileri her hareketin doğru vaktini bilmek için önceden günlerin, ayların, yılların yer aldığı bir takvim hazırlamak ve sıkı sıkıya buna uyarak yaşamak gerektiğini söylediler. "ancak böylece" dediler "her şey tam zamanında yapılabilir". Diğerleri ise her hareketin doğru vaktine önceden karar verilemeyeceğini, kişinin kendisini boş eğlencelere kaptırmayıp, hep daha önce olmuş olayları izleyerek en lüzumlusunu yapabileceğini iddia ettiler. Bu defa başka bilginler de kral neler olup bittiğine ne kadar ederse etsin, tek bir kişinin her hareket için en uygun vakte karar vermesinin imkansız olduğunu; kralın, her şeyin en uygun vaktini tespitte ona yardım edecek bir bilge kişiler konseyi kurması gerektiğini söylediler...

Fakat bu defa da başka bilginler; "Bir konseyin önünde beklemesi imkansız bazı şeyler vardır, bu işlerin yapılıp yapılmayacağına ancak tek bir kişi anında kara verebilir" dediler. "Buna karar vermek içinse neler olacağını önceden bilmek gerekir. Neler olacağını önceden bilenler de yalnızca sihirbazlardır. Dolayısıyla her hareketin doğru vaktini bilmek isteyen, sihirbazlara danışmalıdır...

İkinci soruya da aynı şekilde türlü türlü cevaplar geldi. Kralın en fazla ihtiyaç duyduğu, en gerekli kişiler bazılarına göre danışmanlar; bazılarına göre papazlar; bir kısmına göre hekimler; daha başka bir kısmına göre ise savaşçılardı...

Üçüncü soruya, yani en önemli işin ne olduğu konusuna gelince; bazıları dünyadaki en önemli şeyin bilim olduğunu söyledi. Bir kısmı savaşta ustalaşmak; daha başkaları da dinî ibadet dediler...

Bütün cevaplar birbirinden farklı çıkınca, kral bunların hiçbirisini kabul etmeyip hiç kimseye de ödül vermedi. Ama hala doğru cevapları aradığı için, bilgeliğiyle ünlü bir münzeviye danışmaya kara verdi. Münzevi, hiç ayrılmadığı bir ağaç kovuğunda yaşar, yanına sade halktan başkasını kabul etmezdi. Bu yüzden kral üstüne sade elbiseler giyerek kendisini halktan biri gibi göstermeye çalıştı ve yola düştü. Münzevinin kovuğuna yaklaştıklarında atından indi ve muhafızını da geride bırakıp yola devam etti. Kral yaklaşırken münzevi kovuğunun önüne çiçek tarhları kazıyordu. Kralı gördü, selamlayıp kazmaya devam etti.

Münzevi mecalsiz ve zayıf birisiydi; küreğini toprağa her sokuşunda bir parçacık toprak çıkarıyor, soluk soluğa kalıyordu.
Kral yanına gelip şöyle dedi. "Ey bilge münzevi, size üç sorunun cevabını sormak için geldim. Doğru şeyi doğru zamanda yapmayı nasıl öğrenebilirim? En fazla muhtaç olduğum, dolayısıyla diğerlerinden fazla ilgi göstermem gereken insanlar kimdir? En önemli ve her şeyden önce kendimi vereceğim işler nelerdir?" Münzevi kralı dinledi, ama cevap vermedi. Avuçlarına tükürüp kazmaya devam etti. "Yoruldunuz" dedi kral, " Küreği bana verin de biraz dinlenin." Münzevi, "Sağolun" diyerek küreği krala verip yere oturdu. Kral iki tarh kazdıktan sonra durup sorularını tekrarladı. Münzevi yine cevap vermedi; bu defa ayağa kalktı, elini küreğe uzattı ve şöyle dedi: "Biraz dinlenin; bir parça da ben çalışayım."

Fakat kral küreği ona vermeyip kazmaya devam etti. Bir saat geçti, bir saat daha. Güneş, ağaçların ardından batmaya başladı; sonunda kral küreği toprağa saplayıp şöyle dedi: "Ey bilge kişi, senin yanına sorularıma bir cevap bulmak için geldim. Eğer cevap vermeyeceksen, söyle de evime gideyim". Münzevi, "Buraya koşarak birisi geliyor" dedi, "bakalım kim?"...

Kral arkasına döndüğünde bir adamın koşarak kendilerine doğru geldiğini gördü. Adamın karnına bastırdığı ellerinin altından kan sızıyordu. Kralın yanına ulaşınca, kendinden geçercesine inledi, sonra da bayılıp yere düştü. Kral ve münzevi, hemen adamın üstündeki elbiseleri çıkardılar. Karnında büyük bir yara vardı. Kral yarayı elinden geldiğince yıkadı, mendiliyle ve münzevinin havlusuyla sardı. En sonunda kan durdu, adam kendisine gelince içecek bir şey istedi. Kral dereden taze su getirip ona verdi. Bu arada akşam olmuş hana soğumuştu. Kral, münzevinin de yardımıyla yaralı adamı kovuğa taşıyarak yatağa yatırdı. Yatağa uzanan adam gözlerini kapatıp derin bir uykuya daldı. Kral, koşuşturmadan ve yapmış olduğu işlerden öylesine yorulmuştu ki eşiğe çöktü ve uyuyakaldı; kısa yaz gecesi boyunca deliksiz bir uyku çekti. Sabah uyanınca nerede olduğunu, yatakta uzanmış ve canlı gözlerle dikkatle kendisine bakan yabancının kim olduğunu uzun süre hatırlayamadı.

Kralın uyandığını ve kendisine baktığını gören adam; "Beni affedin" dedi, zayıf bir sesle. Kral, "Sizi tanımıyorum, üstelik affedilecek bir şey yapmadınız ki" dedi. "Siz beni tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum" dedi adam. "Ben, kardeşimi astırdığınız ve mallarını elinden aldığınız için sizden öç almaya yemin etmiş bir düşmanınızım. Tek başınıza münzeviyi görmeye gittiğinizi öğrendim ve dönerken yolda sizi öldürmeye karar verdim. Ama akşam olduğu halde dönmediniz. Ben de sizi arayıp bulmak için pusuya yattığım yerden çıkınca muhafızlarınıza rastladım, beni tanıyıp yaraladılar. Onlardan kaçtım, fakat yaramdan çok kan akıyordu. Yaramı sarmasaydınız kan kaybından ölürdüm. Ben sizi öldürmek istedim, siz ise hayatımı kurtardınız. Eğer yaşarsam şimdiden sonra en sadık köleniz olup size hizmet edeceğim ve oğullarıma da aynı şeyi emredeceğim. Affedin beni."... Kral, düşmanıyla bu denli kolay barıştığı ve onun dostluğunu kazandığı için çok mutlu oldu; onu affetmekle kalmayıp uşaklarını ve kendi doktorunu gönderip onun tedavisini yaptıracağını söyledi, ayrıca mallarını iade edeceğine de söz verdi.

Yaralı adamla vedalaşan kral, kapının önüne çıkıp münzeviyi aradı. Gitmeden önce, sormuş olduğu sorulara cevap vermesini bir kez daha rica etmek istiyordu. Münzevi dışarıda, bir gün önce kazmış oldukları tarhlara çiçek tohumlarını ekiyordu. Kral ona yaklaştı ve şöyle dedi: "Sorularıma cevap vermeniz için size son defa yalvarıyorum!"
Yorgun dizlerinin üstünde çömelmeye devam eden münzevi, gözlerini kaldırıp krala baktı ve, "Cevabınızı aldınız" dedi. "Nasıl aldım? Ne demek istiyorsunuz?" diye sordu kral... "Anlayamıyorsunuz" diye cevapladı münzevi. "Dün eğer benim dermansızlığıma acımayıp şu tarhları kazmasaydınız, gidecek ve şu adamın saldırısına uğrayacaktınız ve yanımda kalmadığınıza pişman olacaktınız. Yani en önemli vakit, tarhları kazdığınız vakitti; en önemli kişi bendim ve en önemli işiniz bana iyilik yapmaktı. Daha sonra bu adam yanımıza koşarak geldiğinde, en önemli vakit onunla ilgilendiğiniz vakitti, çünkü eğer onun yaralarını sarmasaydınız, sizinle barışmadan ölecekti. Dolayısıyla en önemli kişi oydu, en önemli iş de onun için yaptıklarınızdı."

"Bundan sonra şu gerçeği unutmayın: Tek önemli vakit vardır, içinde bulunduğunuz an. O an en önemli vakittir, çünkü sadece o zaman elimizden bir şey gelebilir. En önemli kişi, kiminle beraberseniz odur, zira hiç kimse bir başkasıyla bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilemez; ve en önemli iş iyilik yapmaktır, çünkü insanın bu dünyaya gönderilmesinin tek sebebi budur."

puar
11.07.2006, 20:26
Hz.Abbas (ra)çok zengin ve çok cömertti. Cömertliği dillere destan olmuştu. Bir gün sordular.

Ya Abbas, cömertlikte seni geçen oldu mu?

Abbas (ra) evet dedi, bir köle..

Nasıl olur ya Abbas, bir köle nasıl senden daha cömert olur ?

Abbas (ra) gülümseyerek baktı ve anlatayım dedi. Bir gün medine'de hurma bahçeleri arasında dolaşıyordum. Bir köle yol kenarındaki hurma bahçesinde çalışıyordu. Bir süre onun çalışmasını izledim.. Öğle vaktiydi Köle çalışmasını bırakıp ekmek çıkınını açtı. Yemek yiyecekti, bu bir somun ekmekten ibaretti. Tam ekmeği ısıracakken açlıktan perişan hale gelmiş bir köpek belirdi. Çaresiz bir şekilde kölenin elindeki ekmeğe bakıp kuyruk sallıyor ve acıklı sesler çıkararak ekmeği istiyordu. Belli ki çok açtı. Köle bir ekmeğe baktı, bir köpeğe ve tuttu ekmeğin yarısını köpeğe attı. Köpek havada kaptığı ekmeği adeta çiğnemeden yuttu ve gene dikildi kölenin karşısına. Köle hiç tereddüt etmeden kalan ekmeği de köpeğe verdi. Sonra halinden memnun yüzünde tatlı bir tebessümle çalışmaya koyuldu. Bu hal bana çok tesir etmişti. O zamana kadar benim farkımda olmayan kölenin yanına gittim ve selam verdim, selamımı aldı ve gülümseyerek buyurun dedi. Bir şey mi vardı?

Biraz evvel yaşananları hatırlattım kendisine. Gülümseyerek biraz mahçup ne yapayım baktım hayvan benden aç bende ekmeğimi ona verdim dedi.

Peki dedim, senin yiyecek başka bir şeyin var mı?

Yok dedi.

Bu bahçenin sahibi kim dedim, bir isim söyledi. Tanıyordum, gittim bahçe sahibini buldum. Selam verip yanına oturdum. Hoşbeşten sonra konuyu bahçesine getirdim..

Bahçeyi satar mısın dedim, satarım dedi.

Köleyi de isterim dedim ona da peki dedi.

Kölenin ve bahçenin fiyatında anlaştık. Parayı verip bahçenin yolunu tuttum. Kölenin yanına gittim. Durumu anlattım ve seni azad ediyorum ve bu bahçeyi de sana hediye ediyorum dedim. Köle çok sevindi ve bana hayır dualar etti ve cömertliğimi övdü. Ona hayır dedim, sen benden daha cömertsin çünkü ben sana malımın çok küçük bir kısmını verdim.sen ise sana ait olan malının hepsini o köpeğe verdin. Sen benden daha cömertsin ve Allah sana bu cömertliğine mükafat olarak hem özgürlüğünü hem bu bahçeyi verdi beni aracı olarak kullandı dedim. İşte dostlar o köle benden daha cömertti, diye sözlerini bitirdi Hz. abbas (ra)..

Bu kıssa'dan alınacak hisse çok elbette..

Biri şu ki; yapılan iyilikler mutlaka bize katlanarak geri döner, tabi kötülükler de..

Bir de cömertlik bizzat, Rahmanurrahim olan Rabbimiz tarafından ödüllendirilir hem de bire bin. Evet, yanlış duymadınız(veya okumadınız) kesinlikle bire bin.. Bana mallarınızı ödünç verin diyor Rabbimiz. Tevazu gösterip zaten kendisinin olan malları, yine kendisinin olan kullarından "ödünç" istiyor. Karşılığında cennet var diyor. Hem bu dünyada verdiklerinin karşılığını bire bin alacaksın, hem ebedi alemde cennet gibi bir ücret veriliyor.

Ey, verecek bir şeyleri olanlar.. Verilmez mi ?

Yok demeyin.

Bir köle'nin verecek bir şeyleri varsa sizin mutlaka vardır..

CÜSSKB-Aynur
01.09.2006, 20:26
İşte hayat
İşte hayatınızı değiştirecek iki şey
Tüm zorluklara çözüm getirecek, yanlış yapmanızı önleyecek, sizi
geliştirecek ve başarıyı mutlulukla beraber yakalamanızı sağlayacak
şeyleri öğrenmeye ne dersiniz?

İki şey seni "Vasıflı insan" yapar:
1--) İradeye hakim olmak
2--) Uyumlu olmak

İki şey sana "Değer" katar:
1--) Hitabet ve diksiyon eğitimi almak
2--) Anlayarak hızlı okumayı öğrenmek

İki şey seni geri bırakır:
1--) Kararsızlık
2--) Cesaretsizlik

İki şey seni kaşif yapar:
1--) Vasıflı Çevre
2--) Birazcık delilik

İki şey senin ömür boyu boşa kürek çekmemeni sağlar:
1--) Baskın yeteneği bulmak
2--) Cidden sevdiğin işi yapmak

İki şey başarının sırrıdır:
1--) Ustalardan ustalığı öğrenmek
2--) Kendini güncellemek

İki şey başarıyı mutlulukla beraber yakalamanın sırrıdır:
1--) Niyetin saf (halis) olması
2--) Ruhsal farkındalık

İki şey seni milyonlarca insanlardan ayırır:
1--) Problemin değil çözümün parçası olmak
2--) Hayata ve her şeye yeni (özgün, orijinal, farklı) bakış açısıyla
yaklaşabilmek.

İki şey gelişmeyi engeller:
1--) Aşırılık (mübalağa, abartı, ifrat, tefrit)
2--) Felaket odaklılık

İki şey çözüm getirir:
1--) Tebessüm (gülümseme, sırıtma veya kahkaha değil!)
2--) Sükut (susmak)

İki şey "kalitesiz insan”ın özelliğidir:
1--) Şikayetçilik
2--) Gıybet, dedikodu

İki şey çözümsüz görünen problemleri bile çözer:
1--) Bakış açısını değiştirmek
2--) Empati yapmak (muhatabın yerine kendini koymak)

İki şey yanlış yapmanı engeller:
1--) Şahıs ve olayları akıl ve kalp süzgecinden geçirmek
2--) Kul hakkından korkmak

İki şey seni gözden düşürür:
1--) Demagoji (laf kalabalığı)
2--) Kendini ağıra satma (övme, vazgeçilmez gösterme)

yerliturkuaz
01.09.2006, 21:47
İşte hayat
İşte hayatınızı değiştirecek iki şey
Tüm zorluklara çözüm getirecek, yanlış yapmanızı önleyecek, sizi
geliştirecek ve başarıyı mutlulukla beraber yakalamanızı sağlayacak
şeyleri öğrenmeye ne dersiniz?

İki şey seni "Vasıflı insan" yapar:
1--) İradeye hakim olmak
2--) Uyumlu olmak

İki şey sana "Değer" katar:
1--) Hitabet ve diksiyon eğitimi almak
2--) Anlayarak hızlı okumayı öğrenmek

İki şey seni geri bırakır:
1--) Kararsızlık
2--) Cesaretsizlik

İki şey seni kaşif yapar:
1--) Vasıflı Çevre
2--) Birazcık delilik

İki şey senin ömür boyu boşa kürek çekmemeni sağlar:
1--) Baskın yeteneği bulmak
2--) Cidden sevdiğin işi yapmak

İki şey başarının sırrıdır:
1--) Ustalardan ustalığı öğrenmek
2--) Kendini güncellemek

İki şey başarıyı mutlulukla beraber yakalamanın sırrıdır:
1--) Niyetin saf (halis) olması
2--) Ruhsal farkındalık

İki şey seni milyonlarca insanlardan ayırır:
1--) Problemin değil çözümün parçası olmak
2--) Hayata ve her şeye yeni (özgün, orijinal, farklı) bakış açısıyla
yaklaşabilmek.

İki şey gelişmeyi engeller:
1--) Aşırılık (mübalağa, abartı, ifrat, tefrit)
2--) Felaket odaklılık

İki şey çözüm getirir:
1--) Tebessüm (gülümseme, sırıtma veya kahkaha değil!)
2--) Sükut (susmak)

İki şey "kalitesiz insan”ın özelliğidir:
1--) Şikayetçilik
2--) Gıybet, dedikodu

İki şey çözümsüz görünen problemleri bile çözer:
1--) Bakış açısını değiştirmek
2--) Empati yapmak (muhatabın yerine kendini koymak)

İki şey yanlış yapmanı engeller:
1--) Şahıs ve olayları akıl ve kalp süzgecinden geçirmek
2--) Kul hakkından korkmak

İki şey seni gözden düşürür:
1--) Demagoji (laf kalabalığı)
2--) Kendini ağıra satma (övme, vazgeçilmez gösterme)
Doğru söze ne diyelim gerçekten güzel yazılmış nilay hanım

Sweetgirl
29.09.2006, 11:31
Yüce Rabbimiz (cc), Hz. Eyyub’u (as) sabır ve teslimiyette bütün insanlığa örnek göstermek istiyordu. Bu sebeple onu büyük bir imtihana tabi tuttu. Önce bütün malını, mülkünü elinden aldı. Çocukları da bir bir vefat etti. Hz. Eyyub çok zor durumda kalmıştı. Ama bütün bunlara rağmen en ufak bir şikayette bulunmuyor, sabır ve şükürle iki büklüm oluyordu.
İmtihanlar devam ediyordu. Daha sonra Allah, Hz. Eyyub’a çok ağır bir hastalık verdi. Hz. Eyyub bu hastalığa da sabır gösterdi ve kulluk vazifesine devam etti. Bütün bu imtihan döneminde eşi de kendisini yalnız bırakmamış, hep onun yanında olmuştu.

Cenab-ı Hak, zamanla Hz. Eyyub’un hastalığını daha da artırdı. Neticede yüce peygamber, dil ve kalbiyle yapabildiği kulluk vazifesini dahi yerine getiremez hale gelmişti. Bu durum onu üzmüş ve telaşlandırmıştı. Allah’a kulluk vazifesini yapamadıktan sonra yaşamanın ne manası olurdu ki? Bu yüzden ellerini açtı ve Rabbine şöyle yalvardı:


- Ya Rabbi! Hastalığım artık bana zarar vermeye başladı. Kalben kulluk vazifemi yapmama, dil ile Seni zikretmeme mani oluyor. İbadetsiz yaşayamam. Halimi Senin merhametine havale ediyorum.

O, bu duayı duadaki kelimelerden de anlaşılacağı üzere vücudunun sıhhat ve rahatı için değil, sırf ibadetinden geri kalmamak için yapıyordu. Allah onun bu samimi duasını kabul etti. Ondan ayağını yere vurmasını, oradan çıkacak suyla yıkanmasını ve o suyu içmesini söyledi. Hz. Eyyub denileni yaptı ve eski sağlığına kavuştu. Aynı zamanda Cenab-ı Hak ona eski zenginliğinden daha büyük bir zenginlik ve çok evlat verdi. Hz. Eyyub şimdi eskisinden daha zengin, daha refah, daha sağlıklı ve huzurlu bir hayata kavuşmuştu.

Günler bu şekilde geçip gidiyordu. Bir gün Hz. Eyyub yıkanırken üzerine nereden geldiği belli olmayan altın çekirgeler dökülmeye başladı. Hz. Eyyub hemen bunları toplamaya başladı. Bunun üzerine Allah,

- Ya Eyyub! Ben malını sana iade etmek suretiyle seni eski zenginliğinden daha büyük bir zenginliğe kavuşturmadım mı? Bunları toplamaya ne ihtiyacın var ki, dedi. Hz. Eyyub şöyle cevap verdi:

- Evet, Rabbim! Bana çok büyük bir zenginlik bahşettin. Ancak bu Senin bereket hazinelerinden ilgisiz kalmamı gerektirmez. Senin tarafından ne ihsan edilirse kabulümdür. Çünkü veren Sensin. Senin verdiğin bir şeyi ben nasıl reddederim! (Buhari, 275, 3211, 7055; Nesei, 409; Müsned, 7307, 8025, 8144)


--------------------------------------------------------------------------------


Hikayeden çıkarılacak bazı dersler

1. Hayatımızın her anı değişik imtihanlarla dolu. Bu imtihanlar sabır ve azimle başarıldığı takdirde bizi olgunlaştırır ve niyetimize göre Rabbimize yaklaştırır. Her insanın hayatının değişik karelerinde yaşadığı ve insana sağlığın ne kadar büyük bir nimet olduğunu öğreten bir imtihanımız var: Hastalık. Hastalık asla istenmez, ancak geldiğinde de sabredilir.

2. Bu hayat, ebedî hayatın sadece bir tarlası ve kazanma yeridir. Sonsuz değildir ki, bizatihî gaye olsun. İster bir hastalık, ister bir felâket veya musibet, isterse bir başka sebeple mutlaka bitecektir ve onun bitme zamanı da, insan daha hayata gelirken kararlaştırılmıştır. İnsan için, bu dünya hayatına gelişi gibi, buradan ayrılışı tarihi de önceden takdir edilmiştir ve değişmez. Asıl hayat, ahiret hayatıdır. İşte, bu inançtaki bir insan, dünyada başına gelen musibetleri, “Günahlarıma keffarettir veya derecemi artıracaktır.” diyerek, sabrın ötesinde hatta şükürle karşılamalıdır.

3. Allah’ın verdiği temiz ve helal malı sevmekte ve istemekte hiçbir mahzur yoktur. Dinin yasakladığı husus, mal-mülk sahibi olmak değil, zengin olma hırsı ile Allah’ı unutmaktır. Malın gerçek sahibi olan Allah’ı unutmadan, zekat ve sadaka gibi dini vazifeleri de aksatmadan zengin olmayı istemek ve bu yolda çalışmak, dinimizin uygun gördüğü bir davranıştır.

YAZAN: Ali Demirel

abircan
29.09.2006, 11:41
inancın sonunda maddiyatı bağlamak ne kadar doğru bilmiyorum, umut fakirin ekmeği ye memed ye

ภาษาญี่ปุ่น
29.09.2006, 12:28
çok güzel bir düşünce.hikayeler konusunu gündeme getirip bizleri eğlendirenlere teşekkür ederim.ancak biraz yazılarımızada dikkat edelim.abartılı kelimeler fazla olmasada az.ancak biz başkaları değiliz.kendimiz eğlenelim yeter.

teknik
29.09.2006, 12:41
YAVUZ SULTAN SELİM ZAMANINDA İRAH ŞAHI İSMAİL ŞAH YAVUZ SULTAN SELİME BİR HEDİYE SANDIK GÖNDERİR.SANDIKTA NELER YOKTUR Kİ.ALTINLAR,İNCİLER,ELMASLAR,İ PEKLER,YOK YOKTUR ANLAYACAĞINIZ.AMA SANDIĞIN İÇİNDEN KÖTÜ KOKU YAYILMAKTADIR.SARAYIN İÇİRESİNİ KÖTÜ KOKU KAPLAMIŞTIR.SANDIĞI BOŞALTTIKLARINDA BİRDE NE GÖRSÜNLER SANDIĞIN ZEMİNİ TEZEKLE DOLDURULMUŞ.YAVUZ HİDDETLE BAĞIRMIŞ"TİZ ÇAĞIRIN VEZİRLERİMİ PAŞALARIMI BUNA CEVAP VERMEK GEREK".PAŞALAR VEZİRLER GELMİŞLER DÜŞÜNMÜŞLER CEVAP VEREMEMİŞLER.2 GÜN GEÇMİŞYAVUZ TÜM PAŞALARINI VE VEZİRLERİNİ ÇAĞIRARAK "GELEN SANDIĞIN AYNISINDAN YAPTIRIN,EN ALTA ŞU NOTU KOYUN,ÜSTÜNE GÜLLÜ LOKUM,ÜSTÜNEDE ZENGİNLİĞİMİZİ VE GÜCÜMÜZÜ GÖSTERECEK HEDİYELERDEN.SANDIĞIDA GÜLSUYULA YIKAYIN.MİS GİBİ KOKSUN."HERKES ŞAŞIRMIŞ AMA SES ÇIKARAMAMIŞ.ELÇİYE TESLİM ETMİŞLER HEDİYE SANDIĞI VE ELÇİ ŞAH İSMAİLİN HUZURUNA VARMIŞ.SANDIĞI AÇMIŞLAR ORTALIĞI BİR GÜL KOKUSU SARMIŞ.ŞAH İSMAİL GÖNDERDİĞİ HEDİYEYİ HATIRLAYIP ŞAŞIRMIŞ.BEN TEZEKLİ YOLLADIM YAVUZ BANA GÜLLÜ YOLLAMIŞ DİYE.KENDİ KENDİNE DE BENDEN ÇEKİNİYOR DİYE DÜŞÜNMEYE BAŞLAMIŞ.NEYSE HEDİYELERİ ÇIKARMIŞLAR EN ALTTA Kİ LOKUMA GELMİŞLER.ELÇİ GÜVEN ORTAMINI OLUŞTURMAK İÇİN ÖNCE LOKUMDAN YEMİŞ.SONRA ÇEVRESİNDEKİLERE İKRAMDA BULUNMUŞ.EN SONDA ŞAH İSMAİLE VERMİŞLER.LOKUM AZALINCA ALTTAKİ MESAJDA GÖRÜLMÜŞ.MESAJI ŞAH İSMAİLE UZATMIŞLAR.ŞAH LOKUMU YERKEN MESAJI OKUMUŞ.MESAJDA"EY İRAN ŞAHI İSMAİL.SEN BİZE YEDİKLERİNDEN İKRAM ETTİN.BİZDE SANA YEDİKLERİMİZDEN İKRAM EDELİM DEDİK."DİYE YAZIYORMUŞ.

PRoFeSSioNaL
29.09.2006, 13:02
hikayeler çook güzel okudum valla elinize sağlık

yasin-58
29.09.2006, 13:04
Yıllar sonra öğrendim ki... Kimseyi sizi sevmeye zorlayamazsınız.
Kendinizi sevilecek insan yapabilirsiniz, gerisini karşı tarafa bırakırsınız.
Öğrendim ki... Güveni geliştirmek yıllar alıyor, yıkmak bir dakika.
Öğrendim ki... Hayatında nelere sahip olduğun değil kiminle olduğun önemli.
Öğrendim ki... Sevimlilik yaparak 15 dakika kazanmak mümkün, ama sonrası için bir şeyler bilmek gerek.
Öğrendim ki... Kendini en iyilerle kıyaslamak değil, kendi en iyinle kıyaslamak sonuç getirir.
Öğrendim ki... İnsanların başına ne geldiği değil, o durumda ne yaptıkları önemli.
Öğrendim ki... Ne kadar küçük dilimlersen dilimle her isin iki yüzü var.
Öğrendim ki... Olmak istediğim insan olabilmem çok vakit alıyor.
Öğrendim ki... Karşılık vermek, düşünmekten çok daha basit.
Öğrendim ki... Bütün sevdiklerinle iyi ayrılman gerek, hangisi son görüşme olacak bilemiyorsun.
Öğrendim ki..."Bittim" dediğin andan itibaren pilinin bitmesine daha çok var.
Öğrendim ki... Sen tepkilerini kontrol edemezsen, tepkilerin hayatini kontrol eder.
Öğrendim ki... Kahraman dediğimiz insanlar bir şey yapılması gerektiğinde, yapılması gerekeni şartlar ne olursa olsun yapanlar.
Öğrendim ki... Affetmeyi öğrenmek deneyerek oluyor.
Öğrendim ki... Bazı insanlar sizi çok seviyor ama bunu nasıl göstereceğini bilemiyor.
Öğrendim ki... Ne kadar ilgi ve ihtimam gösterseniz, bazıları hiç karşılık vermiyor.
Öğrendim ki... Para ucuz bir başarı.
Öğrendim ki... Düştüğün anda seni tekmeleyeceğini düşündüklerinden bazıları kaldırmak için elini uzatır.
Öğrendim ki... İki insan ayni şeye bakıp tamamen farklı şeyler görebilir.
Öğrendim ki; Âşık olmanın ve aşkı yaşamanın çok çeşidi vardır.
Öğrendim ki; Her şartta kendisiyle dürüst kalanlar daha uzun yol yürüyor.
Öğrendim ki; Hiç tanımadığın insanlar, iki saat içinde, senin hayatini değiştirebilir.
Öğrendim ki... Duvarda asili diplomalar insani insan yapmaya yetmez.
Öğrendim ki... Karsındakini kırmamak ve inançlarını savunmak arasında çizginin nereden geçtiğini bulmak zor.
Öğrendim ki... Gerçek arkadaşlar arasına mesafe girmez. Gerçek aşkların da!
Öğrendim ki... Tecrübenin kaç yas günü partisi yasadığınızla ilgisi yok, ne tür deneyimler yaşadığınızla var.
Öğrendim ki; Aile hep insanin yanında olmuyor.
Akrabanız olmayan insanlardan ilgi, sevgi ve güven öğrenebiliyorsunuz. Aile her zaman biyolojik değil.
Öğrendim ki... Ne kadar yakın olursa olsunlar en iyi arkadaşlar da ara sıra üzebilir. Onları affetmek gerekir.
Öğrendim ki; Bazen başkalarını affetmek yetmiyor. Bazen insanin kendisini affedebilmesi gerekiyor.
Öğrendim ki; Yüreğiniz ne kadar kan ağlarsa ağlasın dünya sizin için dönmesini durdurmuyor.
Öğrendim ki; Şartlar ve olaylar, kim olduğumuzu etkilemiş olabilir. Ama ne olduğumuzdan kendimiz sorumluyuz.
Öğrendim ki; İki kişi münakasa ediyorsa, bu birbirlerini sevmedikleri anlamına gelmez.
Etmemeleri de sevdikleri anlamına gelmez.
Öğrendim ki; Her problem kendi içinde bir fırsat saklar. Ve problem, fırsatın yanında cüce kalır.
Öğrendim ki; Sevgiyi çabuk kaybediyorsun, pişmanlığın uzun yıllar sürüyor...
__________________
GÜLÜ SEVEN DIKENINE KATLANIR

Ertugrul
05.10.2006, 22:20
SECCADENIN FERYADI

Gün ışımamış sabah yakındır…

Yorgunluğun verdiği ağırlıkla hemen uykuya dalmıştı.Bir iniltiyle uyandı adam.Etraf halen karanlıktı. İniltiyi rüya gördüğüne yordu. Dudakları susuzluktan çatlıyordu, öyle susamıştı. Işıkları yakmadan mutfağa gidip suyunu içti ve yatağına döndü. Tam uyumak üzereyken, aynı inleme sesi tekrar kulaklarını tırmalamaya başladı. Ama rüyamıydı uyanık mıydı farkında değildi. Sesin geldiği yöne doğruldu. O an rüyada olduğuna iyice emin oldu. Çünkü duyduğu sesin sahibi evin tek seccadesiydi.
Adam şaşırdı ve korkulu bir sesle


-İnleyen sen miydin?
-Evet dedi seccade
-Niçin ağlıyorsun?
Seccade yine içe işleyen bir sesle:
- Seni uykundan uyandıran susuzluğunu, doyuncaya kadar, su içerek giderdin. Oysa benim susuzluğumu giderecek kimsem yok!
- Nasıl susarsın, sen canlı bile değilsin dedi adam.
Seccade:
- Benim ihtiyacımda bir nevi sudur ama içtiğin değil. Benim susuzluğumu ancak tövbekar kulların gözyaşları giderir.
- Anlamadım dedi adam meraklı gözlerle seccadeye
- Ağlarım çünkü Allah’ın kulları; kabrinin aydınlığa ulaşmasını, karanlıklarda kalmamayı, o kutlu günde aydın olmayı isterler. İsterler de bu vakitte kalkıp iki rekat teheccüt namazı kılmazlar. Hep bakarım sana, bir günde kalkıp şükür için iki rekat namaz kılmazsın.
-Beni rahat bırak deyip döndü adam.

Seccade devam etti.
- Ey Allah’ın kulu; bak işte sabah namazının vakti geldi. Ezanlar; namaz uykudan hayırlıdır diye sesleniyor. Ah sabah namazı , ah bu sabah namazı ! Namazlar arasında müstesnadır. Hem kalbe hem de ruha hayat veren bir iksirdir o . Yetmiyor mu gece gündüz dünya için koşuşturduğun , Aziz ve Kahhar olan Allah’ın çağrısına neden icabet etmezsin!!!
Adam iyice sıkılarak:
-Ey seccadem, beni rahat bırak . Gündüz yeterince yoruluyorum, biraz daha uyuyayım deyip yatağın sıcaklığına bıraktı kendini.
- Seccade yılmadan adamı uyarmaya ve uyutmamaya uğraşıyordu.
- Demek ki sen dünyaya ahretten daha çok önem veriyorsun.
Adam iyice öfkelendi:
-Yeter artık lütfen konuşma diye bağırdı.

Seccade bu çıkışın karşısında önce sustu. Daha sonra sesini iyice alçaltarak ;
-Ah o fecir vaktindeki adamlar, ah o fecir vaktindeki adamlar dedi. Sen O nurlu peygamberin bu vakit için neler söylediğini bilmez misin. “Her kim ki güneş doğmadan ve batmadan evvel namazlarını eda ederse ateşe girmeyecek”, “ Ve yine O güzel insan “Kim şu iki namazı (sabah - ikindi veya sabah - yatsı) kılarsa cennete gider.” Ve nihayet “Münafıklara en ağır gelen namaz sabah ve yatsı namazıdır. Onlar ki o iki namazdaki ecri bilselerdi sürüne sürüne giderlerdi…”
Bunun üzerine adam yatağından doğrulup;
-Haklısın sabah namazı gerçekten önemli dedi..
Seccade:
-Öyleyse kalk ve namaz kıl dedi.-Yarın inş , mutlaka kalkacağım ama bugün çok yorgunum dedi adam.

Seccade son bir ümitle ;
-Kişi Salih amellerin ne kadar büyük ecri olduğunu idrak edemezse tüm zamanlarda bu ameller zor gelir. Sorun uyumaksa, kabir de uykudan çok ne var! Gel sözümü dinle Ey Allah’ın Kulu!
Bu andan sonra adamda tek kelime duyulmadı. Seccade de bir süre sessiz kaldı. Adam uykuya devam etti.
Ama heyhat! Adam ömründeki en uzun uykuya dalmıştı bile. Seccadenin son sözlerini duyamadı. O an seccade adamın öldüğünü anlayınca kısık bir sesle şunları söylüyordu.
-Ey tövbesini yarına erteleyen, bilir misin yarına çıkabileceğini !!!
Ölüm pusuda hep, biz dünya için günah işlerken. Süresi de kısıtlı. Gün gelip atar, farkında olmadan.

Sweetgirl
07.10.2006, 10:16
Sokrates, saygıdeğer bir düşünür olarak Eski Yunan’da hatırı sayılır bir ün yapmıştı. Bir gün bir tanıdık büyük filozofa rastladı ve dedi ki: “Arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor musun?”
“Bir dakika bekle.” diye cevap verdi Sokrates: “Bana bir şey söylemeden evvel senin küçük bir testten geçmeni istiyorum. Buna 3’lü Filtre Testi deniyor.”

“Üçlü Filtre mi?”

“Doğru” diye devam etti Sokrates;

“Benimle arkadaşım hakkında konuşmaya başlamadan önce, bir süre durup; söyleyeceğini gözden geçirmek iyi bir fikir olabilir. Bu, ona üç filtre testi dememin sebebi. Birinci filtre Gerçek Filtresi. Bana birazdan söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla gerçek olduğundan emin misin?”

“Hayır” dedi adam, “Aslında bunu sadece duydum ve...”

“Tamam” dedi Sokrates;

“Öyleyse, sen bunun gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorsun. Şimdi 2. filtreyi deneyelim, İyilik Filtresi’ni. Arkadaşım hakkında bana söylemek üzere olduğun şey iyi bir şey mi?”

“Hayır, tam tersi” dedi adam.

“Öyleyse” diye devam etti Sokrates; “Onun hakkında bana kötü bir şey söylemek istiyorsun ve bunun doğru olduğundan emin değilsin. Fakat yine de testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre daha kaldı: Yararlılık Filtresi. Bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey benim işime yarar mı?”

“Hayır gerçekten yaramaz.” dedi adam.

“İyi” diye tamamladı Sokrates. “Eğer, bana söyleyeceğin şey doğru değilse, iyi değilse ve işe yarar bir şey değilse bana niye söylüyorsun ki?”

Hiç kimse hakkında başı boş konuşup boşuna günaha girmememiz, gıybet edilen ortamlarda da bulunmamamız gerekiyor.

CÜSSKB-Aynur
10.10.2006, 12:03
Eski zamanların dondurucu bir kışından bütün hayvanlar çok etkilenmiş, büyük kayıplar vermişler.
Ama en çok kayıp veren kirpilermiş.

Çünkü onların pek çok hayvan gibi kalın kürkleri yok, kendilerini sıcak tutması zor olan dikenleri var.

Bu durumdan en az zararla kurtulmak için kirpiler meclisi toplanmış,çözüm aramaya başlamış.

Tartışa tartışa,nihayet gece olunca tüm kirpilerin bir araya toplanmasına,

birbirlerine yakın durarak geceyi geçirmelerine karar verilmiş.

Böylece kirpiler birbirlerinin vücut sıcaklığından yararlanacak, aralarındaki

hava tedavülünü önleyerek donmaktan kurtulacaklarmış.

İlk geceki deneyimlerinde bunun işe yaradığını görmüşler.

Ama başka bir problem çıkmış ortaya.

Üşüyen kirpiler birbirlerine fazla yaklaştıklarından yaralanmalar gerçekleşmiş.

Daha sonraki gece yaralanma korkusundan birbirlerinden uzak durmuşlar ama bu seferde donmalar meydana gelmiş.

Ne var ki, her gece kah uzaklaşa kah yakınlaşa, deneye yanıla birbirlerinin vücut sıcaklığından yararlanacak kadar yakın,ancak birbirlerini incitmeyecek kadar uzak durmayı öğrenmişler.

KISACA ;

Bizim de uzun dikenlerimiz var.

Bunlar hayata karşı filtrelerimiz.

Bazen faydalı, bazen de zararlı.

Çoğu zaman, kimseleri yaklaştırmıyoruz yanımıza.

Filtrelerimizden elemeden kimseleri sokmuyoruz özel dünyamıza.

Ne var ki, sıcaklık ancak yakınlaşmakla mümkün.

Birbirini incitmeyecek kadar uzak, hayatın soğuk zamanlarında üşümeyecek kadar da yakın olmayı öğrenmeliyiz.

Dağcı
10.10.2006, 12:16
Nisyanda Bırakmadın Beni,
İsyanda da Bırakma Rabbim!

Bağışla beni Rabbim , tevekkülden başkası gelmiyor elimden.
Başkası da yoktu ki elimde. Şimdi elimden gelenlerin hepsi
Senin 'El'inde.
Göremedim, bağışla beni Rabbim. Göremedim, nice ananın karnında nice
karanlıklar içinden gün yüzüne çıkardığın bebelerin yüzünü. Unuttum,
yüzümdeki tebessümü nice belirsizliklerden alıp da hayat verdiğini.
Bilemedim, yüreğimizi yokluğun dehlizlerinden aşırıp aşkın vadisine
eriştirdiğini.
Göremedim, her sabah yerin sükûnetini odamda bir ekmek gibi
sımsıcak hazır ettiğini.
Her akşam yastıkta unuttuğum bedenimi sabah yeniden
yanıma verdiğini göremedim.
Beni her sabah ihya ettiğini, bedenimi her an
yarattığını, varlığımı her an yokluktan geri getirdiğini göremedim.
Göremedim
Rabbim bugünü ödünç verdiğini.
Göremedim, bağışla beni...
Varlığa kör oldum, bağışla beni.
Fakat, şimdi gördüklerim körlüğümü gösterdi bana.
Geç kaldım görmekte ama gördüm.
Körlüğümü gördüm.
Tebessümü beton yığınları arasında sönen bebeler
gördümse de, biliyorum Senin El'inde şimdi hepsi ve sonsuz tebessümler
verdin her birine.
Sevinci soğuk topraklarda boğulmuş çocuklar gördümse de,
biliyorum Senin Rahmetinin kucağında hepsi ve bitmez sevinçler
bağışladın her birine.
Ümitleri bir amansız sarsıntıyla yıkılan insanlar gördümse de,
biliyorum Senin Şefkatinin ikliminde asude ve mutlu her biri..
Bağışla beni Rabbim, unuttum, nisyanda kaldım.
Hatırlamadım verdiğini ve
var kıldığını.
Elimden alınca verdiğini ve yokluğa yuvarlayınca varlığımı hatırladım, ama geç hatırladım.
Gördüm ama güç gördüm, acıyla gördüm.

Varlıkta kör oldum, yoklukta gördüm. Bollukta unuttum, darlıkta hatırladım.
Affet beni Rabbim, bari, yoklukta Sana vardım. Hiç olmazsa, hiçlikte Seni
andım.
Şimdi, bir tevekkül var elimde.
Başka her şey düştü avucumdan,
varlığım yokluğa döküldü.
Hatırladım,
elimdekiler de,
ellerim de Senin Elinde.
Şimdi, dua sığıyor sadece avuçlarıma. Sadece yakarış yakışıyor
yakama. Gözlerim müjdeni gözlüyor uzaktan. Gönlüm hiç bitmez tesellini
özlüyor.
Sen ki, unutmaktan alıkoydun, nisyandan kurtardın beni Rabbim. Şimdi
isyandan koru beni. İsyandan koru beni, isyandan koru beni, isyandan
koru beni...
Ve affet zira, elimde duadan başkası yok.
Ve anladım ki, Senden başka sığınağım yok.
~~SENAİ DEMİRCİ~~

1967_CLUB_ÖZGÜR
10.10.2006, 13:28
EY İNSAN OĞLU

DÜNün VARDI,YARININ VAR MI.. ??

GENÇLİĞİNE GÜVENME

ÖLEN HEP İHTİYAR MI..???



,

nazimgulturk
10.10.2006, 13:41
gerçekten etkileyici ve ders alınacak hikayeler.........
reis 58

son58
15.10.2006, 19:49
yıl annenin çocukları

bir varmış, bir yokmuş.evvel zaman içinde bir yıl anne yaşarmış.o yıl annenin tam 12 tane çocuğu varmış.adlarıda: ocak,şubat,mart,nisan,mayıs,ha ziran,temmuz,ağustos,eylül,eki m,kasım,aralık mış. yıl anne demiş ki:
yavrularım ben size tam 30 tane misket vereceğim.bu misketleri iyi saklayın.çünkü bu misketleri kaybederseniz beni az görürsünüz.12 ay boyunca kaç misketiniz varsa o misketlerin sayısı kadar görebileceksiniz beni.şubat misketlerle oynarken 2 tanesini kaybetmiş.ağustos şubatın misketlerini bulmuşlar.hiç vakit kaybetmeden almışlar misketleri.çünkü yıl anneyi çok seviyorlarmış.şubatın misketlerini bir ara bulmuş aralık.hemen almış bir tane.12 ay dolmuş bitmiş.
artık yıl anne gelmiş.misketleri saymaya.samış.ocak 31 miş.şubat ise 28.yıl anne çok şaşırmış.şubat yıl anneye yalvarmış.bana bir misket daha ver diye.yıl anne acımış.ve:
tamam ama sadece 4 yılda bir kez 29 gün görebilirsin şubatcğım demiş.ağustosla aralığa gelince... yıl anne affetmiş onları yaptıklarından dolayı.arkadaşlar bizde her zaman dürüst olalım hile yapmayalım...

erhan5834
15.10.2006, 19:57
bu topick harika olmuş yazan herkezin eline sağlık insan dalıyor yazıları okurken...

burcum
31.10.2006, 19:49
BEN SENİ SEVİYORUM SONBAHAR


Bir sonbahar ayındayım. Yalnızım , kimsesizim , çaresizim. Sonbahar yaprakları kaplamış kaldırımları , caddeleri , sokakları .Ben yalnız , ben kimsesiz geziyorum
sokaklarda. Bilmiyorum sonbahar ayının beni caddelere , sokaklara neden çektiğini .Belkide yalnız kalmak istediğimden. Hoş zaten yalnızım ya. Belkide yitirdiğim sevdaları , kaybettiğim aşkları ve belkide hep sevipte sevilmemenin acısını hissetmek için geziyorum bu sarı yapraklı sokaklarda.Belkide acılarımı , yalnızlığımın acısını çıkarıyorum bu yapraklardan , belkide sokakların sessizliği.
Belkide evet belkide geçmişte yaptığım hataların pişmanlığı beni buraya çeken.
Sanki sonbahar benim için geliyor , sanki yapraklar benim için dökülüyor kaldırımlara .Bir rüzgar esiyor ,hafif ürperiyorum , daha fazla sokuluyorum kabanıma.Ellerimi cebime götürüyorum.Dedim ya sanki sonbahar benim için gelmiş.Sanki bu hafif rüzgar benim için esmiş.Karşıdan iki kişi geliyor kızıyorum onlara içimden.Bu sonbahar günü yalnızlığımı dağıtıyorlar ,düşüncelerimden koparıyor beni bu iki kişi .Başımı kaldırıp bakıyorum ister istemez. Sonbaharın gelmesine aldırmıyorlar sanki. Çok tanıdık ışıltılar görüyorum gözlerinde .Bu ışıltılar beni yine geçmişe yönlendiriyor ,yine sonbahar yapraklarına karışıyor duygularım.
Heey ! sen küçük çocuk baksana , görmüyor musun sonbahar geldi.Sen yaşlı teyze , hey ! siz kumrular ,serçeler ,çöpün yanındaki kedi görmüyor musunuz sonbahar geldi , sonbahar baksana örgülü kız sonbahar geldi .Heyhaat ! hiç kimse katılmıyor bana, hiç kimse görmiyor içimdeki fırtınayı .Gemideki kaptan isyan ediyor bana , heey ! diyor gemi batacak , duymuyor kulaklarım kaptanın feryadını. Şimşekler çakıyor fırtınalı denize Kaptan'a inat .Belki bu kadın aldırır sessiz çığlıklarıma .Baksanıza bayan sonbahar geldi , benim için geldi , benim için.O da aldırmadı söylediklerime.

Bir yaprak dikkatimi çekiyor yine , kuru bir ağacın dalında yalnız direniyor sanki dalından düşmemek için . Sanki küçük elleriyle tutunuyot dala . Rüzgar esiyor ama O direniyor düşmemek için.Yoo hayır esme rüzgar , düşme düşme yaprak.Hayır düşemezsin , düşmemelisin. Yaprak rüzgarın eşliğinde kıvranırcasına düşüyor diğer sarı yapraklrın arasına, gözlerimden ılık ılık bir şeyler akıyor sanki. Sokak ortasında kala kalıyorum öylece .Neden düştün yaprak neden diyorum içimden , neden düşürdün onu rüzgar. Birden aklıma geliyor biraz önce kızdığım çift , sağa sola bakıyorum ister istemez .yaşlı gözlerim onları arıyor .Neden arıyorumki sanki onları.Gözlerimdeki o ışıltıyı , o güzel ışıltıyı tekrar görmek istiyorum belkide.Heyhat! bulamıyorum Onları .

Bir sonbahar ayındayım , yalnızım , kimsesizim.Yine yürüyorum sokaklarda , yine basıyorum yapraklara .Maziye dalıyor yine gözlerim.Yine bütün acılarımı yüklüyorum sarı yapraklara. Sanki bu sokak bitmeyecek gibi geliyor bana. Belkide bitmemesini istiyorum bu sarı yapraklı yolun . Belkide gözlerim hep bu sarı yaprakları , bu ıssız sokağı bu yalnız sokağı istiyor.Neden böyle düşünüyorumki, belkide kendimi buluyorum bu yalnız ve kimsesiz sokakta , belkide kimbilir bir sonbahar ayında doğduğum içindirbu. Belkide yalnızlığıma yalnızlık , çaresizliğime çaresizlik kattığı içindir. Neden bu sarı yapraklar bana maziyi hatırlatıyorki ,neden bu yalnız e kimsesiz sokaklar beni kendine çekiyor k neden bu kuru ağaçlar bana sevdiğinden ayrılmış üzgün insanları hatırlatıyorki ? Neden bana beni anlatıyorki bu sokak , bu cadde , bu ağaç ,bu yapraklar , kaldırımlar.Neden diyoru sarı yapraklara , bir cevap alamıyorum hiç birinden.Neden , neden diye haykırmak geliyor içimden.Belkide söylüyorlar cevabını bana ve belkide ben duymak istemiyorum gerçekleri .

Yine rüzgar esiyor bu sefer sokulmuyorum kabanıma , bu sefer götürmüyoru ellerimi cebime.Benide al rüzğar benide götür diyorum gittiğin ülkelere , diyarlara .Ha rüzgar kardeş benide götürür müsün gizemli şehirlere?Yalnızlığımı ,kimsesizliğimi unutturur musun bana ?Ne olur rüzgar, ne olur benide al yanına , benide götür benide. Yine ılık ılık oluyor yanaklarım .Yine fırtınalar kopuyor yüreğimde.

Yürüyorum sessizce beni anlıyor bu yapraklar ,beni anlıyor kuru ağaçlar , beni anlıyor sarı yapraklı kaldırımlar , şu cadde , şu sokak, beni anlıyor sonbahar.Beni seviyor musun Sonbahar diye geçiriyorum içimden . '' Ben seni seviyorum sonbahar ''... Gözlerim yine daldı maziye , yine ellerimi cebime götürdüm yine yürüdüm sonbahar yaprakları ,sarı yapraklar arasında . Beni yanına alır mısın kuru ağaç, beni yanına alır mısın sarı yaprak ,beni yanına alır mısın sonbahar, benide götürür müsün rüzgar , atar mısın beni perili ülkelere .Heey ! rüzgar sana söylüyorum .Yine duymadı galiba beni .


Hiç bitmesin istiyorum Sonbahar'ın .Belkide kendimi buluyorum şu sarı yaprakta , şu kuru ağaçta ,bu sokakta , bu yalnız sokakta .Yine yalnızı , yine çaresiz , yine kimsesiz .Kendimi unuttuğum sonbahardayım ... Ben kendimi unuttuğum '' EYLÜL '' ayındayım ...

UTKUM_58
31.10.2006, 23:48
BABACIM BIR SAATINII ALABILIRMIYIMM!!!!

babam yorgun argin eve dondugunde , kapinin onundee beni beklerken gorduu.(ozaman 8 yasindaydim)
ve babama, babacim sen "saatte" kac para kazaniyosun diye sordugumdaa,,
yorgun arginn eve gelen babam hafif kizarak bu senin isin degil diyerek cevap verdiii..bende babama babacimm lutfenn ogrenebilirmiyim diye israr ettigim icinn...bana ozamanin parasi ilee 10 bin lira kazaniyorum diye cevap verdiiii...
bende o ann babama,,babacimm peki bana 5 binlira borc verirmisin dedigimde,,
bana kizarakk senin oncaklarina yada benzeri seylerine ayiracak param yok dediginde cok uzulmustumm..odama giderken anneme bu kadar parayi napacak dedigini duydum..biraz sakinlesmis olucakkii yada uzulmus olucakki yanima geldii uyuyormusun diye sordu hayirbabacim dedim uyumuyorummm..peki dedi al sana 5 binlira veriyorum diye cevap verincee sevincimden hemenn yastigimin altindaki kagit paralarii saymaya baslayincaa babam tekrar bana kizdiii :( paran oldugu halde neden para istiyosun diye cevap verdiii..bende yeterince yoktuu baba dedimmm.parami tamamlamak istedim dedimm..buyur
babacimmm 10 binliraa,,,simdii BIR SAATINI SATIN ALABILIRMIYIMM.:((((

UTKUM_58
31.10.2006, 23:52
NASİHAT
HERKES İÇİN............
BU YALNIZ OLANLARA; aşk bir kelebek gibidir. Peşinden koştukça hep senden kaçar. En iyisi bırak uçsun, inan ki hiç beklemediğin bir anda gelip omzuna konuverecek.aşk mutlu eder bazen de üzer. Ama aşk özeldir, aşkını hak eden birine sunarsan eğer.......
BU SEVGİLİSİ OLANLARA; aşkın amacı birileri için ^^mükemmel insan^^ olmak değildir. Seni mükemmelliğe en çok yaklaştıracak insanı bulmaktır.
BU ÇAPKIN OLANLARA; sevmediğin birine asla ^^ seni seviyorum^^ deme. İçinde olmayan duygulardan varmış gibi söz etme. Kimsenin hayatına kalbini kırmak için girme. Sevgi dolu bakan gözlere asla yalan söyleme. Çünkü birine verebileceğin en büyük acı, aşık olmadığın birine kendini aşık etmektir...
BU EVLİ OLANLARA; seven insan ^^senin hatan^^ yerine ^^özür dilerim^^diyendir. ^^nasıl yaparsın^^ yerine ^^niye yaptığını anlıyorum^^ diyendir ^^neredesin^^ yerine ^^ben buradayım^^ diyendir. Ve aşk ^^keşke ^^ yerine daima ^^ iyi ki ^^ demektir.
BU EVLENMEK İÇİN GÜN SAYANLARA; bir kadın ve bir erkeğin birbirleri için ne kadar uygun olduğu, birlikte geçirdikleri zamanın değil, birbirlerine duydukları aşkın ne kadar sürdüğüyle anlaşılır.
BU KALBİ KIRIK OLANLARA; kalp yarası siz kanatmaktan vazgeçinceye kadar sürer. Ve ilacı bu yaraya alışmak değil, ondan ders çıkarabilmektir.
BU AŞIK OLMAKTAN KORKANLARA; aşka düş ama tökezleme. Anla ama bekleme. Paylaş ama isteme. Yaralan ama asla acıyı içinde büyütme.
BU SEVDİĞİNİ FAZLA SAHİPLENENLERE; sevdiğinin bir başkasıyla mutlu olduğunu görmekten daha acı bir şey varsa, oda SEVDİĞİNİN SENİNLE MUTSUZ OLDUĞUNU GÖRMEKTİR..
BU AŞKINI İTİRAF EDEMEYENLERE; sevdiğinden ayrılınca aşk acı verir. Sevdiğin seni terk edince daha da çoook acı verir ama en acısı, onu ne kadar sevdiğini bilmesine hiç fırsat vermemektir.....
VE BUDA DÖNMEYECEK BİRİNİ HALA BEKLEYENLERE; hayatın en hüzünlü anı, DELİ GİBİ sevdiğin insanın buna hiç değmediğini GÖRDÜĞÜN ANDIR ve en büyük kaybın onun için harcadığın yıllardır. Senin aşkını bugün hak etmeyen, bil ki 10 yıl sonra yine hak etmeyecektir.
BIRAK GİTSİN....

burcum
01.11.2006, 23:22
Bir ülke varmış eskiden. Ve bu ülkede hiç ama hiç kırmızı gül yokmuş bütün güller beyaz renkteymiş. Bir de birbirini çok seven bir kız ve bir delikanlı varmış bu ülkede... Birbirlerine çok yakışıyorlarmış. Kız çok güzel delikanlı ise çok yakışıklıymış...

Delikanlı bu kız için herşeyi yaparmış.. Kıza evlenme teklif etmiş. Kız ise bir şartla demiş. ''Bana kırmızı renkte bir gül getirirsen seninle evlenirim''. Delikanlı çok üzülmüş çünkü hiç kırmızı gül yokmuş. Beyaz güllerle dolu bir bahçeye gitmiş aramış ama yok...

Sonra ordaki bir bülbüle derdini yanmış.. Bülbül dinlemiş genci... Ve en sonunda "Üzülme delikanlı, yarın buraya aynı saaatte gel ve kırmızı bir gül göreceksin onu al kıza götür, evlenin mutlu olun... Sen onu çok seviyorsun mutluluk hakkın" demiş. Çocuk biraz şaşkın ayrılmış ordan...

Ertesi gün bahçeye gitmiş koskoca bahçe beyaz güllerle dolu yalnızca en ortada kıpkırmızı bir gül!! Delikanlı biraz şaşkın biraz heyecanlı, biraz mutlu koşup gitmi gülün yanına.. Ama gördüğü şeye gerçekten çok üzülmüş. Bülbül yerde ölü yatıyormuş.. Kendini gülün dikeniyle öldürmüş, kanından da kırmızı bir gül ortaya çıkmasını sağlamış genç delikanlş ve onun mutluluğu için..

Şimdi de yerde cansız yatıyormuş.. Delikanlı gülü alıp kızın yanına gitmiş.. Kız bu gülü gördüğü için çok sevinmiş ve delikanlıyla evlenmeyi kabul etmiş.. Bunun üzerine genç "Benimle evlenebilmen için bülbülün ölmesi mi gerekiyor du? " diyerek oradan ayrılmış ve bir daha hiç dönmemiş...

burcum
01.11.2006, 23:28
KÜÇÜK KIZ, kendini bildiği günden beri annesinden büyük bir şefkat görmüş ve ondan duyduğu sözlerle, pamuk prensesten daha güzel olduğuna inanmıştı.
Ona göre, nur yüzlü ve badem gözlüydü. Bir tanecik yavrusuydu her zaman. Ama ilk okula başlayınca işler değişti. Arkadaşları, onun hiç de güzel olmadığını, hatta çirkin bile sayıldığını söylemekteydi.
Küçük kız, ilk önceleri onlara inanmadı. Çünkü herkes birbirini kıskanıyordu. Ama bir kaç yıl içinde gerçeklerle yüzleşti.Annesinin bir pamuğa benzettiği yüzü, çiçek bozuğu bir cilde sahipti.
"Badem" dediği gözleri ise şaşıydı. Vücudu da bir serviyi andırmıyordu. Demek ki annesi onu aldatmış ve yıllar yılı çekinmeden yalan söylemişti.......
Genç kızın anne sevgisi, kısa bir süre sonra nefrete dönüştü. Evlenme çağına gelmiş olmasına rağmen yüzüne bakan yoktu. Üstelik de gözleri, bütün tedavilere rağmen düzelmiyordu.
Genç kız, doktorların gizlice yaptığı konuşmalardan kör olacağını anladığında çılgına döndü ve kendisini hâlâ çocukluk yıllarındaki ifadelerle seven annesinin bu yalanlarına dayanamayıp evi terk etmeye karar verdi.
Fakat annesi, uzak bir yerde iş bulduğunu söyleyerek ondan önce davrandı. Ve kazandığı paraları bir akrabasına gönderip, kızına bakmasını rica etti.
Genç kız bir süre sonra görmez oldu. Karanlık dünyasıyla baş başaydı.Bu arada annesini hiç merak etmiyordu. Yalancıydı annesi, ölse bile bir kayıp sayılmazdı.Bir gün doktorlar, uygun bir çift göz bulduklarını söyleyerek kızı ameliyat ettiler. Ancak o, gözünü açtığında yine aynı yüzü görmekten korkuyordu.
Fakat kör olmak zordu. En azından kimseye yük olmazdı. Genç kız, ameliyat sonunda aynaya baktığında, müthiş bir çığlık attı.Karşısında bir dünya güzeli vardı. Gerçekten de harika bir kızdı gördüğü.
Yüzündeki bozukluklar tamamen kaybolmuştu. Çok kemerli olan burnu düzelmiş, kepçe kulakları normale dönmüş ve yaban otlarını andıran saçları, dalga dalga olmuştu.
Genç kız, yanındaki yaşlı doktora sevinçle sarılarak
- Sanki yeniden dünyaya geldim!. dedi. Yüzümde hiçbir çirkinlik kalmamış.
Estetik ameliyatı siz mi yaptınız? Yaşlı doktor
- Böyle bir ameliyat yapmadık kızım!. diye gülümsedi.
Annenin bağışladığı gözleri taktık. Sen, O' nun gözünden gördün kendini!..

burcum
01.11.2006, 23:37
Çok bir kış günü padişah, tebdil-i kıyafet gezmeye karar vermiş.
Yanına Baş vezirini alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir
adam görmüşler. Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş.
Padişah, ihtiyarı selamlamış:
-Selamünaleyküm ey pir-i fani...
-Aleykümselam ey serdar-i cihan...
Padişah sormuş:
-Altılarda ne yaptın?
İhtiyar cevap vermiş:
-Altıya altı katmayınca,otuz ikiye yetmiyor...
Padişah gene sormuş:
-Geceleri kalkmadın mı?
İhtiyar cevaplamış:
-Kalktık... Lakin, ellere yaradı...
Padişah gülmüş:
-Bir kaz göndersem yolar mısın?
İhtiyar cevaplamış:
-Hem de cıyaklatmadan...
Padişahla Baş vezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah
Baş vezire dönmüş:
-Ne konuştuğumuzu anladın mı?
Baş vezir cevaplamış:
-Hayır padişahım...
Padişah sinirlenmiş:
-Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım.
Korkuya kapılan baş vezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere
kenarına dönmüş. Bakmış adam hala orada çalışıyor.
İhtiyara sormuş:

-Ne konuştunuz siz padişahla...
Adam, baş veziri şöyle bir süzmüş:
-Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim.
Baş vezir, yüz altın vermiş.
-Sen padişahı, serdar-ı cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah
olduğunu.
İhtiyar cevaplamış:
-Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi.
Vezir kafasını kaşımış.
-Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek?...
Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış.
-Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü
çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da
kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim.
Vezir bir soru daha sormuş...
-Geceleri kalkmadın mı ne demek?
Adam bir yüz altın daha almış.
-Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına
yaradılar, dedim...
Vezir gene kafasını sallamış.
-Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek...
İhtiyar gülmüş ve:
-Onu da sen bul... demiş...

burcum
01.11.2006, 23:41
Bayezid-i Bestamî hazretleri. Büyük velilerden. Bir gün tımarhanenin önünden geçiyor. Tımarhane hizmetçisinin tokmakla birşeyler dövdüğünü görüyor:
-Ne yapıyorsun?
Hizmetçi:
-Burası tımarhanedir. Delilere ilâç yapıyorum.
-Benim hastalığıma da bir ilâç tavsiye eder misin?
-Hastalığını söyle.
-Benim hastalığım günah hastalığı... Çok günah işliyorum..
-Ben günah hastalığından anlamam... Ben delilere ilâç hazırlıyorum..
Parmaklığının arasından konuşulanları duyan bir deli,(!) Bayezid-i Bestamî hazretlerine:
-Gel dede, gel! Senin hastalığının çaresini ben söyleyeyim, diye seslendi.
Bayezid-i Bestamî hazretleri, delinin yanına sokularak:
-Söyle bakalım, benim derdime çare nedir? dedi.
Deli(!) şu ilâcı tavsiye etti:
-Tevbe kökü ile istiğfar yaprağını karıştır... Kalb havanında tevhîd tokmağı ile döv, insaf eleğinden geçir, göz yaşıyla yoğur, aşk fırınında pişir... Akşam-sabah bol miktarda ye... O zaman göreceksin senin hastalığından eser kalmaz, dedi.
Bu güzel ilâcı öğrenen Bayezid hazretleri:
-Hey gidi dünya hey! Demek, seni de deli diye buraya getirmişler, deyip oradan ayrıldı.
Bu ilâç, halen günah hastası olanlara tavsiye olunmaya değer bir ilâçtır. Yani bu formülün hükmü hâlâ devam etmektedir.

burcum
01.11.2006, 23:46
Dört tane kelebek bir gün bir ateş görmüşler. Bunun nasıl bir şey olduğunu öğrenmek istemişler. Birinci kelebek ateşe biraz yaklaşmış ve üzerinin aydınlandığını görmüş. Arkadaşlarının yanına gelmiş ve:

--Bu ateş aydınlatıcı bir şey!, demiş..

İkinci kelebek bununla yetinmeyerek daha fazla şey öğrenmek istemiş. Biraz daha yaklaşmış ve ısındığını hissetmiş; Demiş ki:

--Aynı zamanda bu ateş ısıtıcı bir şey!

Üçüncü kelebek bununla da yetinmemiş, Biraz daha biraz daha yaklaşmış. Bir anda ateşin kanatlarını yaladığını hissetmiş ve yanmış kanatlarıyla geri dönmüş; Şöyle demiş:

--Ve bu ateş yakıcı bir şey!

Sonuncu kelebek daha da çok şey öğrenmek istiyormuş. Biraz yaklaşmış, aydınlandığını görmüş. Biraz yaklaşmış, ısındığını hissetmiş. Biraz daha yaklaşmış, ateş kanatlarını kavurmuş.
ve biraz daha yaklaştıktan sonra tamamen yanan kelebek "poff !" diye ortadan kayboluvermiş...
Ateşin gerçekten ne olduğunu belki bir tek o öğrenmiş ama geri dönüp söyleyememiş;
Çünkü o kaybolmuş ateş içinde ve bir şeyi, ancak içinde kaybolan bilebilirmiş!...

UTKUM_58
02.11.2006, 01:34
BURCU KARDES MASALLAH KOPILEMEDE BAYAGI HIZLIYMISSINN :)) BIRAKSALAR TUM KITABI KOPILICEKTINIZ HERALDEE .:))) saka bir yana guzel yazilarr tsklerrr

puar
10.10.2007, 11:22
Çok bir kış günü padişah, tebdil-i kıyafet gezmeye karar vermiş.
Yanına Baş vezirini alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir
adam görmüşler. Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş.
Padişah, ihtiyarı selamlamış:
-Selamünaleyküm ey pir-i fani...
-Aleykümselam ey serdar-i cihan...
Padişah sormuş:
-Altılarda ne yaptın?
İhtiyar cevap vermiş:
-Altıya altı katmayınca,otuz ikiye yetmiyor...
Padişah gene sormuş:
-Geceleri kalkmadın mı?
İhtiyar cevaplamış:
-Kalktık... Lakin, ellere yaradı...
Padişah gülmüş:
-Bir kaz göndersem yolar mısın?
İhtiyar cevaplamış:
-Hem de cıyaklatmadan...
Padişahla Baş vezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah
Baş vezire dönmüş:
-Ne konuştuğumuzu anladın mı?
Baş vezir cevaplamış:
-Hayır padişahım...
Padişah sinirlenmiş:
-Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım.
Korkuya kapılan baş vezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere
kenarına dönmüş. Bakmış adam hala orada çalışıyor.
İhtiyara sormuş:

-Ne konuştunuz siz padişahla...
Adam, baş veziri şöyle bir süzmüş:
-Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim.
Baş vezir, yüz altın vermiş.
-Sen padişahı, serdar-ı cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah
olduğunu.
İhtiyar cevaplamış:
-Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi.
Vezir kafasını kaşımış.
-Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek?...
Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış.
-Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü
çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da
kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim.
Vezir bir soru daha sormuş...
-Geceleri kalkmadın mı ne demek?
Adam bir yüz altın daha almış.
-Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına
yaradılar, dedim...
Vezir gene kafasını sallamış.
-Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek...
İhtiyar gülmüş ve:
-Onu da sen bul... demiş...


bunu kime anlattıysam memnun kaldı ellerinize sağlık.

Grup-aleM
10.10.2007, 11:54
TSKLER YAZILAR ICIN ELLERINES SAGLIK

nazimgulturk
10.10.2007, 12:13
çok güzel yazılar özelikle aşk hikayesi çok etkileyici....

puar
10.10.2007, 13:20
ANNELER

- Doğacak çocuk doğumdan bir gün önce Allah ile görüşür. Bebek:
- Allah’ım dünyaya gideceğim ve orada ne yapacağımı bilmiyorum.

- Ben senin için bir melek yarattım ve o seninle ilgilenecek.
- Allah’ım onların dilini bilmiyorum. Onlarla nasıl anlaşacağım. Nasıl iletişim kuracağım?

- Senin için yarattığım melek, o sana sabırla onların dilini öğretecektir.

- Allah’ım dünyada duyduğum kadarıyla çok kötülükler varmış. Onlarla nasıl basa çıkacağım bilemiyorum.
- Senin için yarattığım melek, seni cani pahasına kötülüklerden koruyacaktır. Merak etme.

- Allah’ım sana tekrar nasıl döneceğim?
- Senin için yarattığım melek, bana nasıl döneceğini sana anlatacaktır.

- Derken Melekler gelir ve dünyaya gitme zamanının geldiğini söylerler ve çocuğu Allah’ın huzurundan
götürürlerken bebek tekrar sorar.

- Allah’ım benim için yarattığın meleğin adi ne?

- Adinin önemi yok ama sen ona ANNE diyeceksin
okunması gerekenlerden sadece biri.

emresengul58
28.10.2007, 00:42
hepsi çok güzel..yapanların eline emeğine sağlık

altuntas58
28.10.2007, 01:05
Bu güzel hikayeleri bizlerle paylaştığınız için sağolun

puar
16.11.2007, 09:39
Çok bir kış günü padişah, tebdil-i kıyafet gezmeye karar vermiş.
Yanına Baş vezirini alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir
adam görmüşler. Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş.
Padişah, ihtiyarı selamlamış:
-Selamünaleyküm ey pir-i fani...
-Aleykümselam ey serdar-i cihan...
Padişah sormuş:
-Altılarda ne yaptın?
İhtiyar cevap vermiş:
-Altıya altı katmayınca,otuz ikiye yetmiyor...
Padişah gene sormuş:
-Geceleri kalkmadın mı?
İhtiyar cevaplamış:
-Kalktık... Lakin, ellere yaradı...
Padişah gülmüş:
-Bir kaz göndersem yolar mısın?
İhtiyar cevaplamış:
-Hem de cıyaklatmadan...
Padişahla Baş vezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah
Baş vezire dönmüş:
-Ne konuştuğumuzu anladın mı?
Baş vezir cevaplamış:
-Hayır padişahım...
Padişah sinirlenmiş:
-Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım.
Korkuya kapılan baş vezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere
kenarına dönmüş. Bakmış adam hala orada çalışıyor.
İhtiyara sormuş:

-Ne konuştunuz siz padişahla...
Adam, baş veziri şöyle bir süzmüş:
-Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim.
Baş vezir, yüz altın vermiş.
-Sen padişahı, serdar-ı cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah
olduğunu.
İhtiyar cevaplamış:
-Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi.
Vezir kafasını kaşımış.
-Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek?...
Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış.
-Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü
çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da
kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim.
Vezir bir soru daha sormuş...
-Geceleri kalkmadın mı ne demek?
Adam bir yüz altın daha almış.
-Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına
yaradılar, dedim...
Vezir gene kafasını sallamış.
-Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek...
İhtiyar gülmüş ve:
-Onu da sen bul... demiş...

Abdullah DuMaN
16.11.2007, 10:12
6kasım2002??

Çim sahaya çıkmanın
6-0 fark atmanın
Taraftarı ağlatmanın
Günahı varmıdır hocam

Kırmızı forma giyiyorsa
İstereyek geliyorsa
6 tane de yiyorsa
Günahı yoktur oğul

Burayı çok sevdiyse
Yine isterim dediyse
Kendi rızasıyla yediyse
Günahı varmıdır hocam

Öylece bakıyorsa
Şutları dışarı atıyorsa
Altıya razı oluyorsa
Günahı yoktur oğul

Topu ağlara gömmenin
Fileleri delmenin
Topu eline vermenin
Günahı varmıdır Hocam

Fatih Terim başındaysa
98 yaşındaysa
Daha yolun başındaysa
Günahı Yoktur oğul

6 Tane atmanın
Yarı sahada yatmanın
İönerdirip baktırmanın
Günahı varmıdır Hocam

Taktiğini kavradıysa
İleri geri oynadıysa
Hala ders almadıysa
Günahı yoktur oğul

GÜZEL AMA BEN BİRAZ DAHAA DEĞİŞİĞİNİ BİLİYORUM :D

EyüphanAydın
07.12.2007, 15:53
ANNELER

- Doğacak çocuk doğumdan bir gün önce Allah ile görüşür. Bebek:
- Allah�ım dünyaya gideceğim ve orada ne yapacağımı bilmiyorum.

- Ben senin için bir melek yarattım ve o seninle ilgilenecek.
- Allah�ım onların dilini bilmiyorum. Onlarla nasıl anlaşacağım. Nasıl iletişim kuracağım?

- Senin için yarattığım melek, o sana sabırla onların dilini öğretecektir.

- Allah�ım dünyada duyduğum kadarıyla çok kötülükler varmış. Onlarla nasıl basa çıkacağım bilemiyorum.
- Senin için yarattığım melek, seni cani pahasına kötülüklerden koruyacaktır. Merak etme.

- Allah�ım sana tekrar nasıl döneceğim?
- Senin için yarattığım melek, bana nasıl döneceğini sana anlatacaktır.

- Derken Melekler gelir ve dünyaya gitme zamanının geldiğini söylerler ve çocuğu Allah�ın huzurundan
götürürlerken bebek tekrar sorar.

- Allah�ım benim için yarattığın meleğin adi ne?

- Adinin önemi yok ama sen ona ANNE diyeceksin



vay be Bu arada annemin tekrar tekrar kıymetii anladım

nuri_58
07.12.2007, 15:57
walla süper hikayeler saolun...içim giti yani

puar
30.01.2008, 14:42
GÜZEL AMA BEN BİRAZ DAHAA DEĞİŞİĞİNİ BİLİYORUM :D

senin bildiğin nasıldı abdullah.